15 Aralık 2012 Cumartesi

Yüzsüz Adam / Kestim Aldım


Kestim Aldım 


Gözden düşen,  ilişkilerin eskisi kadar tat vermez olduğu, hatta akla geldikçe tuz ruhu içmişçesine mideyi yakan insanları toplu resimlerden çıkarmak pek yabancısı olunan bir şey değil. Fotoğraflar üzerinde oynamak Stalin dönemi propagandacılarının da pek sevdiği bir uğraşlardan biri. Örneğin, otuzlarda Sovyet gizli servisinin başında olup, devrime zarar veriyorlar/verir olabilirler/ ya verirlerse/belki de vermişlerdir nerden biliyoruz he? Demek suretiyle kim bilir kaç bin insanı akıllara ziyan yöntemlerle temizleyip, "baskın karakter özellikleri insancıllıklarıydı" diyemeceğimiz yoldaş Stalin ve yoldaş Molotov’un bile yüreğini bunaltan Nikolai Yezhov temizlenip yerine Laurenti Beria geçtiğinde,fotoğraflardan da siliniyor. Sırası gelince Beira'da  temizleniyor, merak etmeyin. Haaa, yeri gelmişken; Yezhov’da kendisinden önceki şef Yagoda’yı temizliyor! Sürekli bir temizlik hali  işte. 


Bizim fotoğraftan temizlenenin bu denli büyük günahları olduğunu sanmıyorum. Yine de, solundaki hanımefendi’nin midesini tuz ruhu içmişçesine yaktığı kesin. Yüz ifadesinden kolayca anlaşılıyor zaten. Temizliği gerçekleştirenin de o olduğuna inancım tam. Ne denli bunalmış ki, zarif ve dikkat çekmeyecek bir yöntem üzerine kafa yormadan, ince bir makas (şu tırnak kesmek için kullanılan ucu sivri, hafifçe yukarı kalkık olanlardan) ile halletmiş işi.  Fotoğrafın  çok önemli bir anı belgelediğini düşünüyorum. Tümüyle yok etmek yerine, sadece can sıkıcı öge ayıklanmış. Acaba o anda, o fotoğrafta yer alan diğer kişiler de zihinlerinden bu şekilde kesip çıkarabildiler mi şu kareden zorla çıkarılanı? 

BvP 



Yüzsüz adam!
Fotoğraftan çıkartılması tesadüf değil; büyük ihtimalle kelimenin her iki anlamıyla da yüzsüz bu adam! Daracık bir alandaki manevra ustalığa bakacak olursak, manikür sırasında kullanılan ucu incecik et makası marifetiyle fotoğrafı kesen elbette ki bir kadın. Doğal olarak, bu işi yapanın kol kola oturduğu hanım olduğunu düşünüyorum (ki kadının kolları üstten kavrayan olduğuna göre demek bu ilişkide daha özveride bulunan, peşinden koşturan zaten hep kadın tarafı oldu). Canı nasıl yandıysa, kavga-dövüşle ilişkileri bittikten hemen sonra, yüzsüz adam henüz yatak odasından pılısı pırtısıyla henüz temelli ayrılmadan belki, küçük bir pikaptan yükselen nağmeler ve Türk kahveleri eşliğinde bir çay bahçesinde, sol tarafta kaldığını tahmin ettiğim deniz manzarasına karşı keyif ettikleri günün fotoğrafından adamın yüzünü alelacele ayıkladı.


Maalesef, gerçek hayatta olduğu gibi, yüzü çıkartılıp siyah beyaz fotoğrafta güneşli bir günün aydınlığına karıştırılsa, unutulmaya bırakılsa da, hantal vücutlarıyla fotoğrafların bir yerinde yayılıp,  filtreye dayanmış sigaranın son nefeslerini öngörülemeyen sinsi planların tebessümüyle içine çekiyor bu yüzsüz adamlar.
Elmira





10 Aralık 2012 Pazartesi

Balıklıova'da Dehşet / Balıklıova'da Üç Yabancı



Tahmin edileceği  gibi, bu işlere soyunmuş biri olarak koleksiyonumda epey fotoğraf var.  Fakat bu kadar garip olanı pek az (Belki de tuhaf fotoğraflar serisi de yapmalı). İlk bakışta normal gibi görünen bir an bu… Dar, ufak koyun kıyılarından birinde  sigara içen iki genç adam.  Belki de deniz bile değil;  kıyıya yakın bitki örtüsüne bakılırsa ufak bir göl kıyısı diye düşünmek daha uygun. Ama bütün bunlar pek önemli değil,  esas önemli ve anlaşılmaz olan; şu Orhan Kemal’in gençliğini  veya  40’ların Amerikan filmlerinden fırlamış dedektifleri andırır  genç adam ve duruşu, kareli gömleği, elindeki  komik plaj çantası ile bu iki adamın bir arada, aynı karede yer almaları. 

Aynı fon önündeki tek tek fotoğrafları bile muhtemelen bu denli garip gelmeyecekti. Ama şu halleri ile, deniz kıyısında işlenmiş feci bir cinayeti araştıran, birbirinden karakter ve  cinsel tercih itibarı ile epey farklı iki dedektifi  canlandırdıkları  bir filmin setindeler sanki (… Sabahtan beri  Balıklıova’da, üzerine eskice bir çarşaf örterek sineklerin hücumundan korumaya çalıştıkları cesedin başında sigara içip, kendi aralarında sessizce konuşarak  Karaburun’dan gelecek müddeiumumi’yi  bekleyen iki görevli olmaları pek ala mümkün.  Kareli gömlekli olan Adli Tıp Mütehassısı Kız Vasfi. Diğeri de,  İzmir Emniyeti Cinayet Masası komiserlerinden meşhur Fişek Celal. Manisa Lisesinden arkadaş, iyi dostlar olduklarından genellikle bu tür işlerde beraber görevlendiriliyorlar…) ne bileyim ben?.
 
BvP 





Balıklıova’da üç yabancı

Bu iki adam ve karşılarında durup fotoğrafı çeken üçüncüsü, çocukların yarı çıplak suda oynadıkları sıcak bir günde, Balıklıova’da, giyimlerindeki ciddiyetten ve sağdaki adamın elindeki çantadan da anlaşılacağı üzere kısa bir süre içinde gerçekleşecek bir şeyi, birinin gelmesini veya bir yere gitmeyi sıkıntıyla bekliyorlar. Eski detektif filmlerindeki kritik sahnelerde olduğu gibi neredeyse poz kesercesine birinin objektife, diğerinin yapılacakların hesabıyla uzak ufuklara bakması o ana gizem üstüne gizem yüklüyor. Bu esnada kazara kadrajın içine giren, bazısı keyifle uzanmış ve bazısı koşturan çocuklar ve uzakta yanaşan sandal, bu üç adamın beklediği her neyse onun yerli halk için çok da bir şey ifade etmediğini, tembel günlük yaşantının düzenini en azından şimdilik, doğrudan bozmayacağını gösteriyor.

Elmira


30 Kasım 2012 Cuma

Taksim Anıtı

 
Cumhuriyet sonrası kentsel değişimin önemli simgelerinden Taksim meydanı ve onun odağı anıt, yapıldığı günden beri İstanbul’un kolektif belleğinin önemli bir parçası. Kamu ve bireye ait olayların merkezindeki her simge gibi  o da değişmez şekilde, çok uzun sürelerde tekrarlanarak kullanılıyor.
Elimizde “bu tekrarın en basit ve kayıt edilmiş hali” olarak adlandırılabilecek bir dizi fotoğraf var.  Sıradanlığın en düz halleri ve hiç biri doğal değil. Anıt önünde hareketsizce durulanı da var,   Mis Sokaklı Fotoğrafçıların icadı, “yürüyormuş gibi” mizansenlisi de. Aradan bunca yıl geçtikten sonra sevimli ve anlamlı geliyorlar. Ama hayır, çoğunda anlam göremiyorum. İlginçlikleri bir taraftan arka plana aldıkları anıtsa, diğeri de bu kadar sıradan oluşları  galiba.  Bence serinin en ilginci “Ağabeyim Danyal ve Biz”. Yalnızca onda simge ve anlamlar okuyabiliyorum. Ağabeyin ortama yabancı ama eğreti olmayan duruşu, Kentin kendisine sunduğu olanakları değerlendirip (dolma kalemle, doğru imla – özel ismin büyük harfle yazılması- doğru yazılı “ağabey” kelimesi)  başarıya ulaşmış kardeş. Konumunu bilir ama birlikte başarmışlığın gururuyla fotoğrafta yer alan mutlu eş. Tüm bunları görebilmek mümkün.
Mis Sokak ile ilgili de birkaç söz: Anlaşılan anıt çevresinde saf tutan “şipşakçı” lar çektikleri fotoğrafları Beyoğlu’nun girişindeki sokaklarda kurulu stüdyolarda bastırıp sahiplerine veriyorlardı. Hemen hepsinin arkasında kaşeleri var. “Foto Amber” 14, “Foto Vasıf” 11, Bay M. Ardıç’a ait, ama kaşeden adını okuyamadığımız stüdyo ise  Mis Sokak 9 numarada hizmet veriyor.  Listenin dışındaki tek fotoğraf Danyal’ın kardeşinin tercihi olan Bekar Sokak 11 numaradaki “Foto Gülen”.  Gerçekten de, bu gün hala İstiklal Caddesine açılan bu  meydana yakın sokaklarda az da olsa fotoğraf stüdyolarına rastlamak olası.
BvP




Şehirlerin birer apartman dairesi olduğunu farz edersek, meydanlar bu apartman dairelerinin misafir odalarıdır. Önemli günler ve haftalar süresince, tören ve kutlamalara hazır, anıt önleri çelenk ve vatandaş tarafından birkaç saat sonrasında yerinden tutam tutam sökülecek çeşitli çiçek aranjmanlarının bırakılmasına uygun, gerekirse trafiğe ve günlük telaşa kapalı vaziyette, temiz tutulmalıdır. Fakat, öyle ya, misafirin kimi türlüsü davet beklemez, aniden patavatsızca uğrayıverir. Üstelik bazen bir de içlerinde bulundukları anı eğri büğrü kadrajlarla sonsuza dek dondurmakta ısrarcı davranırlar.
Bu tür fotoğraflarda, asıl mesele fondaki anıt, meydan, açıklık, bahçe, kurum, bina değil de, önündeki kişinin o şeyle ilişkisini zamana karşı tasdik ettirmesidir. “Ben unutsam da, sen bana unutturma” demektedir fotoğrafı çektirmek isteyen, fotoğrafına. Odağın dışında kalmış bir detay haline gelen mekân, kötü profiliyle arkada süresiz belirmeye mahkûm, poz vermesini zaten beklemeyen bir objektifin önünde kasılıp öylece kalakalır.    
Elmira

Taksim Anıtı Önünde Çocuklar, Ekim 1930
Serideki en eski ve baskıkalitesi göz önünde bulundurulunca, muhtemelen bir amatör tarafından çekilip basılmış tek örnek. Arkasında kaşe, baskı numarası vs yok. Dolmakalemle yazılmış “Taksim abidesi önünde 27/XI/930 Perşembe” yazısı okunuyor.
10-11 ve 7-8 yaşlarındaki iki çocuğun görüntüsünün Anıtı engellememesine özellikle dikkat edilmiş gibi. Anıtın 1928’de açıldığını ve çok kısa bir zaman geçmiş olduğunu düşünürsek aslında oldukça doğal bir dürtü bu. Sadece, iki yandaki çeşmelerin parçası olarak tasarlanan ama inşaat sırasında bu işlevleri iptal edilen zemin hizasındaki yalaklardan birini tam göremiyoruz. Arkada kameraya bakan bir kadın ve çocuk görünüyor. Anıtın arkasında, solda ise (Taksim gezisinin sağında, bu gün Anıtla Atatürk Kültür Merkezi arasındaki açıklıkta) döneme ait fotoğrafların çoğunda topçu kışlası ile birlikte görünen büyücek bir yapı var.Beyaz renkte yay biçimli, alana sınır oluşturan ve dönemin modern mimarlık anlayışına göre yapılmışa benzeyen bu bina hakkında maalesef bilgim yok.

BvP

Taksim Anıtı Önünde Genç Erkek - Öğrenci?, 1950'ler
 
Taksim Anıtı Önünde Subaylar, 1950'ler
Taksim Anıtı Önünde Genç Kadınlar, Mart 1952

1950’lerde çekilen fotoğrafların çoğunda rastladığımız; gülen mutlu insanlar ve her nasılsa hep şık, zarif kadınlar.
Kısa ceketin kumaşı ,oturuşu usta bir terzinin elinden çıktığını gösteriyor. Çanta, beyaz çerçeveli güneş gözlükleri, güderi eldivenler o yılların İstanbul’unda ulaşılması zor ve çok rafine aksesuarlar. Tünelde bir butikten, belki bir Avrupa seyahatinden alınmış. Ancak her nereden alınmışsa;  uyumla bir araya getirilmiş, yakıştırılmış.
Perapalas’ta çaya, belki Rejans’ta yemeğe gidilmiş, yada Taksim belediye gazinosuna gidilecek. Demokrat parti iktidarının ilk yılları, savaşın sona ermesinin getirdiği psikolojik bir rahatlama,evet ülke belki genel olarak çok ta refah içinde değil ama, ne zaman oldu ki? İnsanlar bir şekilde mutlu, yüzler gülüyor.  İktidar tarafından pompalanan Amerikan tarzı  gündelik hayatı etkiliyor, hafta sonları çaylara, dans partilerine gitmek moda. Üç sene sonra Hilton’da bin bir tantanayla Elmadağ’da açılacak…
 
Bu arada Türkiye  yavaşça  80’lerin ortalarında sürecini tamamlayacağı, köklerini tümden sarsacak derin bir sosyal, kültürel çöküntüyle sonuçlanacak yolculuğuna hazırlanıyor. Taksim’in ortasındaki Cumhuriyet anıtı da bulunduğu yerden 6-7 eylül olaylarını, kanlı bir mayısları, askeri darbeleri seyretmeyi, yakın tarihimize sessizce tanıklık etmeyi bekliyor.

Batur

 

Taksim Anıtı Önünde, Ağabeyim Danyal ve Biz, 1957
Önder Şenyapılı’nın 60 ve70’lerin kentlileşememe sürecini anlatan bir kitabı var. “Kentleşemeyen Ülke, Kentlileşen  Köylüler”. Bu resme her bakışımda ise 40’lar ve 50’lerin kentleşebilen ve bundan gurur duyan  köylüsünü görüyorum.  Endüstrileşememiş; kentli işçi sınıfı, ticaret burjuvazisi yetersiz ve o açığı göçle kapamaya çalışan her ülke gibi, bizim kentli nüfusun da “köyü” ile ilişkisi henüz çok taze ve bu ilişki doğal olarak  ne kent ne de bireyler açısından her zaman mutlu ve uyumlu değil.
Fakat bu fotoğrafın çekildiği dönemlerde kent ve köy arasındaki geçirgenliğin daha  fazla olduğu anlaşılıyor. Kente geliş,  oyuncusunu bekleyen rollerden uygun olana çarçabuk uyum sonraki yıllara kıyasla  daha kolay olmuşa benziyor. Sözünü ettiğim o yakınlık kentin sakini olmayı tercih edenleri kendi aurası içinde yoğurma, şekillendirme gücünü de arttırmış olmalı. Köy, taşra ve büyük kentin yukarıya doğru geçirgenliği yükselişin aktörlerine halen fayda, haz ve gurur sunabiliyor. Ben de bu gururu -belki bir pazar öğleden sonrasında- “ağabeyim Danyal”a kenti gezdirişte okuyabiliyorum.
 
BvP

Bu fotoğrafa bakılırsa; kentli olmaktan gurur duyan köylüden, kenti köye çevirmekten gurur duyan köylüye geçişe daha çok var.
 
Batur
 
 
 
 

26 Kasım 2012 Pazartesi

Gelin olmuş gidiyorsun / Sekiz Ağustos Dokuz Yüz Otuz Altı





Dokuz yüz otuz altı senesi ağustos ayının sekizinci günü.  Evin asmalar, çiçeklerle dolu güzel  bahçesinde  yakın çevresi ile gelin ve damat.
 
Evin küçük kızları olan ikizlerden hiç olmazsa bir tanesinin kendine uygun kısmet bulması ev ahalisini şenlendirmiş, bu babasız ailenin erkeksiz kalabalığı yıkık dökük konağın arka bahçesinde bir köşeye koydukları küçük halının etrafında, iki sandalye üstüne oturmuş gelin ile damadın etrafına toplanmışlar. Ortadan ayrılmış briyantinli saçları, parlayan boyalı pabuçları ve uygunsuz bir neşeyle yaprakları saçılmış yaka çiçeği ile damat, belli belirsiz yumuşak bir ifadeyle kameraya bakıyor. Gelinin evliliğe hevesi, damadın üstüne bastırdığı sağ kolundan belli; belki de aileden çekindiğinden müstakbel kocasının elini tutamamış, koluna girememiş.  Zıpır mizacına uygun şekilde duvağının süslü bandı başında eğri vaziyette. Kardeşleri gibi dudaklarına koyu kırmızı, vişneçürüğü rengi bir ruj sürmüş bu küçük kadın, sırada dizleri üstünde oturmuş kız çocuğunu saymazsak fotoğrafta dişleri görünerek gülümseyen tek kişi. Küçük, kibar yüzüne yayılmış ince dudaklarının gülümsemesi, onu olduğundan daha çocuksu gösteriyor.

Fotoğrafın sol baş tarafında kalan ikiz kız kardeşi başını hafifçe öne eğmiş; kardeşininkinin tıpatıp aynısı dudaklarının iki köşesinde muzip bir gülümsemenin hemen öncesinde görülecek bir yukarı kıvrılış. Adeta sırtını döndüğü ve böylece kompozisyondan ayrıldığı için fotoğrafa sonradan yapılmış bir ilave gibi duracağı pozunda, büyük ablası ve eniştesi arkasında kalmış. Bu durum giysisiyle ilgili şu gözlemi daha kolay görünür kılıyor: Evli ablanın belki de güzel bir mağazadan satın alınmış parlak kumaştan elbisesinin basit bir versiyonu onun için evde dikilmiş. Yakanın işlemesi, ablasının omuzlarını açıkta bırakan kol modelinin özeni onunkinde görülmüyor; mat kumaş üzerine kolları kelepçelemiş, yakası büzüş büzüş bir elbise onunki.  Yalnız, ablasından daha gösterişli durmuş olsa da, herhalde ablasının kayınvalidesi tersini düşünüyor ki karşı köşedeki gelinini süzerken poz vermeyi unutmuş.

Elmira.



Genellikle  düğün fotoğraflarının  odağında  kovandaki kraliçe arı görkemi ile  gelin olur. Günün önemi saçına, makyajına giydiğine yansır, bu kadar özen gösterilen her kadının çok güzel olduğunu, hiç olmazsa görüneceğini biliriz. Bazen de bu rol ister istemez başkaları tarafından çalınır, çalınması kaçınılmaz olur. İşte bu da öyle bir fotoğraf. Çizgili smokin pantolonu, yakasında çiçeği ile  yakışıklı damat  ile  sevimli ve zarif gelin, (ancak “sevimli” sıfatı aklıma geliyor nedense) maalesef sol başta  keskin bakışları ve  çapraz bantların çekici hatlarını vurguladığı  şık elbisesi içindeki genç kızın güzelliği karşısında  -belki de hak etmedikleri ölçüde- sönükleşiyorlar.  Bu kız gelin’in iki kardeşinden küçük olanı galiba. Kaş ve dudak benzerliklerine bakarak, büyük ablanın da kocasının yanında,  soldan üçüncü olduğunu düşünüyorum. Küçüğün kol ve boyundaki süslemelerin aynısı onun üzerinde de var. Gelinin en yakınları oldukları için de çok daha özenli ve gösterişli elbiseler içerisindeler.
Belki evin kolayca görülebilen ve bahse değer  ince çıtalardan yapılmış giyotin kafeslerinden, küçükler düşmesin diye yan duvarına ağ gerili  havuz ve  yere serili güzel halıdan da söz etmek gerekli ama ben de gözlerimi şu sol baştaki parlak ışıktan  alamıyorum bir türlü!
BvP

 
 

21 Kasım 2012 Çarşamba

Samuel Beckett İstanbul'da veya Karizma

Yeni Evli Çift ve Yakınları Düğün Yemeğinde Aile Büyüğü İle, 1950'ler. 

Bu fotoğrafı Elmira’ya “Samuel Beckett İstanbul’da”  diye etiketleyip göndermiştim. Fakat şimdi bakıyorum da, daha fazlası var. Bu günün üzerinde çok çalışılan, her anı her dokunuşu, hesaplı kitaplı  “karizma”sı, “imaj”ı epey  cüce ve çapsız, şu sandalyede sakince oturanın karşısında. Büyük ihtimalle böyle bir kavramdan haberi bile yok.   Geriye doğru taralı saçları, iyi dikilmiş kruvaze takım elbisesi ile saygı duyulan büyük rolü rahatça oturuyor üzerine. Bele sokulu kravatı ayakta iken ilikli durması gerekli  kruvaze cekete bağlıyorum.  
Çocuksu yüzüne iliştirili ince bıyığı,  birbirine yakın gözleriyle ilkokul müsameresinde yetişkin rolüne çıkmışı andıran damat bir parça sönük kalıyor kaşları ve üst dudak yapılarından akraba – baba, oğul?- oldukları kolayca anlaşılan bu iki etkileyici erkeğin yanında. Ayakta duranın şık smokini,  ailenin çok yakını, düğün gecesinin  önemli rollerinden birinin sahibi olduğunu düşündürüyor. Belki de gelinin ablasının kocası. O da “Kayınço”su olan genç bir adam artık.
BvP
 

15 Kasım 2012 Perşembe

Otobüs Hikayeleri I



Yetmişlerde İskenderun’da yaşayan anneannem ve onun, bir gözünün cam oluşu yüzünden  aile arasında tatsız bir acımasızlıkla “yarımporsiyon”  olarak adlandırılan kocası senede bir kere uzun bir otobüs yolculuğu ile bize gelirlerdi. Bu ziyaretleri , özellikle “yarımporsiyon”un gelişini iple çekerdim. Türkiye’nin o yıllarında otobüs yolculukları bile önemli olaylardan-dı. Anneannem yakasız, ince merserize kazağı, yarımporsiyon  kusursuz ütülü bembeyaz gömleği ve takım elbisesi ile otobüsten iner, onlara  bir sürü  düğme ile ilikli – elbette -  bembeyaz kılıflı iki adet bavul eşlik ederdi. Hemen her zaman,  bana vermek üzere yolda kendine ikram edilmiş uçuk mavi,  üzerinde otobüs şirketinin adı ve amblemi olan iki adet  uzun çiklet olurdu.

İskenderun 1950.
Yarımporsiyon ve ailesi.
İlk evliliğinden çocuklar,
 anneannem, babam, annem
Bir kere de İstanbul’dan Elazığ’a otobüsle gittiğimizi hatırlıyorum. O yılların birbirine rakip iki otobüs markasından “o302”lerin yerine Magirus – Deutz, “havalı apollo”  kullanırdı,  taa Elazığ’a kadar giden Hazar Turizm. Arka kapının üzerinde pleksiglass bir plakette“Havalı Apollo” yazar, ortasına da yağlıboya ile  fiyakalı bir “V8” oturtulmuş olurdu hep.  Sekiz silindirli hava soğutmalı  motorlar üreticinin övünç kaynağıydı.  Süspansiyonları makaslı olmayıp pnömatik körükle destekli  bu otobüslerin esas “havalı” özelliği buradan geliyordu galiba. O körükler sıkça arıza yapar veya patlar, otobüs ön tarafı garip bir şekilde öne doğru kapaklanmış olarak yolda kalırdı.  Ayrıca, kabin içi ısıtma sistemi (kalorifer) için gereken ayrı bir motor işleticiler için ayrı bir masraf kapısıydı ve düzeneğin yeterince ısıtmıyor oluşu da ek bir sevimsizlikti… Yetmişlerin sonlarında, seksenlerin başında artık kullanılmaz oldular. Diğer  marka pazara tümüyle egemen oldu.

Ne türden seyahat olursa olsun; başlangıcı, sonu veya herhangi bir anı albümlerde en çok rastlanılan fotoğraf türü. Maalesef ne annemin annesinin ve de yarımporsiyon’un  bu tür seyahatler sırasında çekilmiş fotoğrafları yok. Ama başkalarının var:


Ankara O. 27 357 



Annem bir O3500H Magirus Deutz  önünde.  Arkasında tarih yok, fakat araç plakası  fotoğrafın 1962 yılında veya önce çekilmiş olması gerektiğini söylüyor. Bu tarz plakalar (il adı ve aracın niteliği; H: hususi, T:Taksi, O:otobüs gibi… ve rakam) o tarihten itibaren yerini il kodu-iki harf-üç rakamdan oluşanlara bıraktı. Fazla bir detay yok. Sağ elindeki güneş gözlüğü, burnu açık ayakkabıları, açık renk  çantası ve kısa kollu giysisi yaz mevsiminde çekilmiş olduğu söylüyor. Sağ bileğinde o hatırladığım, kalın altın kordonlu küçük saati var.

Bütüne bakınca, bu fotoğraf 1962’de, inanılmaz bir hovardalıkla çıktıkları ilk Avrupa gezilerine ait olabilir. Bu ve daha sonraki yıllarda çıkılan ve popüler Avrupa kentlerinden alınmış ucuz anı eşyaları (plastik gondollar, demir perde ülkelerinden alınma, yerel giysileri içinde, acemice üretilmiş bebekler) ile dönülen hem anlamsız  hem ciddi paralara mal olan bu yurtdışı gezileri ileri yıllarda  ağabeyimin ve benim epey sinirimize dokunacak, halen arada yapılan; ana konusu ailemizin yetersiz parasal kaynaklarının nasıl çarçur edildiği ve babamın zamanına göre iyi para kazanmasına rağmen neden servet birikimi yapılamadığı konulu öğle yemeği sohbetlerinin ana konularından olacaktı.

İnternetten Başka Bir 03500H  Hatırası.
Bu da 60'ların  başları olmalı. 

Otobüsün bir Magirus-Deutz O3500H olduğu belli, ama ne yazık ki  fotoğrafın gösterdiği alanda  işletmeci ile ilgili bir bilgi yok. Görünen sadece Bay Conrad Dietrich Magirus’un, Ulm’deki Gotik katedralin ince uzun ve görkemli silüeti ile Magirus’un  “M”sini birleştirerek  tasarladığı amblem.   Bir de onun hemen üzerindeki – büyük ihtimalle – kabin havalandırmasına  ait kapak. 









CIO-337

Hangi Anlamsız Orta Avrupa Kenti?
1969-1970

Yine bir anlamsız Avrupa seyahati. 1969 veya 70 olmalı. Babam, annem ve ben. Fotoğrafın arkasında tarih yok; ancak giysilerden, arkası dönüK adamın trençkotundaki dalgalanmadan, annemin hafifçe dağılmış boya sarısı saçlarından rüzgarlı bir sonbahar günü olduğunu saptamak hiç zor değil. Ne o günden, ne de yolculuktan geriye hiçbir şey kalmamış hatırımda. Esasen  neden  dahil  edilmiş olduğum da benim için halen meçhul. İki renk ayakkaplarım, üzerine gömlek yakaları yatırılmış önü ilikli blazer ceketimle orada ne işim var?
Kimbilir hangi orta Avrupa kentinde harekete hazırlanan otobüslerin önündeyiz. Adet yerini bulsun diye yapılan bir şehir turuna başlanacak belki.  Ya da başka bir sıkıcı kente gitmek için yola çıkmak üzereyiz.  Bunlar şehir içi otobüslerine benzemiyorlar. Önünde durduğumuz otobüsün sağında, camın altındaki  “CIO-357” yazısından başka bir şey görünmüyor. Otobüsün önündeki amblemi bile tahmin edemiyorum.  Sağımızda duran otobüsün bir “Setra”, daha doğrusu bir  “Setra S9” olduğu anlaşılıyor.  

Setra S9, İnternet

BvP 






13 Kasım 2012 Salı

Otobüs Hikayeleri II


Gazanfer Bilge[1]  28.10.1967



Günümüz otobüs yolculuklarını düşününce o zamanlar fönlü, özenle topuz içine yerleştirilmiş, uçları kıvrılmış saçlarla ve şık giysilerle (hele beyefendinin yaka mendili ve iç yeleği dâhil eksiksiz takım elbisesiyle) yolculuk yapıldığını görmek insana tuhaf geliyor. Saçların, başların bu denli yapılı olması yüzünden, kim bilir belki de bu kadro otobüsten indiği gibi doğrudan bir düğüne katılacak diye düşünüyorum (yakada, böğürde, kulakta, parmaklarda fazla takı olmadığından, aslında bu fikrim sallantıda).

Tümüyle babasına çektiği için fiziken hiç benzemediği, ve fakat bir örnek ayakkabılar giydiği annesi ve teyzesi ile birlikte bu geziye katılan genç kız, onların aksine ten rengi, ince çorap değil de, beyaz renkte görece kalın bir külotlu çorabı tercih etmiş. Yeniyetmeliğini göz önüne alırsak annesinin henüz ağdayla almasına izin vermediği ince tüyleri saklıyor olsa gerek. Adama kesin şekilde sırt dönmüş siyah giyimli kadın, baldız olmalı. Beden dilleri, fotoğraf çekilene kadar üç kadının birbirine dönük sohbet ettiğini, adamın ise onlara uzak bir noktada sigarasını içip diğer mola verenlerin soğuk meşrubat satın aldığı kafeyi süzmekle zaman geçirdiğini gösteriyor.

Elmira



Otobüs arkasında çektirilmiş hatıra fotoğrafı, muhtemelen bir mola yeri  [2].  

Arkada  Opel Kapitan modeli bir arabadan çıkan sürücü, orta halli şıklıkta üç bayan ve beyefendi  Gazanfer Bilge otobüsü arkasında fotoğraf çektirmişler. Ekim ayı sonu  olmasına rağmen, hava ılık ve güneşli. Ortadaki iki bayan güneş gözlükleri  takmış, soldaki genç kadın ise güneşten korumak için gözlerini kısıp başını eğiyor. Mola yerinde olduklarından artık iyice eminim. Kadınlar el çantalarını otobüste kalmasın diye almışlar ancak, üstlerinde kalın giysiler; palto, ceket vb  türü ağır giysiler yok.  Otobüsün modelini tefrik edemiyorum. Dik  hatlar,  ince dikdörtgen stop ve  sinyal lambaları  Mercedes O302’yi çağrıştırsa da,  302’lerin  camları tek parça arka camları yerine  bu otobüsteki arka cam iki parçalı. 

BvP




..................
[1] Avrupa şampiyonu ve Türkiye’ye 1948’de ilk olimpiyat altın madalyasını kazandıran serbest güreşçi. 1960’lardan başlayarak seksenlerin ortalarına kadar kendi adını taşıyan otobüs şirketi ile kara yolu yolcu taşımacılığında önemli bir oyuncu oldu.

Bir dönem ünlü güreşçiler nedense hep otobüs işletmeciliği yaparlardı! İzmitli Adil ve İrfan Atan kardeşlerin “Atan Kardeşler”, Samsun Çarşambalı, iki olimpiyat altın madalyası sahibi Mustafa Dağıstanlı'nın “Dağıstanlı”, Ağır Siklet güreşçisi Murat Hersekli’nin “Şampiyon Hersekli”si gibi… 

[2]Gazanfer Bilge ve diğer otobüs şirketleri İstanbul Ankara arasında, Düzce’de yine bir güreşçiye, Hamit Kaplan’a ait “Düzce Olimpiyat Dinlenme Tesisleri”nde mola verirdi. Ama burası Düzce’mi emin değilim. 







Ağustos 1978

o302 Önünde. Ağustos 1978.


Büyük teyzemi ziyaret etmek için bazı seneler 15güntatil dediğimiz Şubat tatilinde çoluk-çocuk demeden yola dökülür, Ankara’ya giderdik. Birbirine çok düşkün üç kız kardeşin nihayet buluşmasının heyecanı ve neşesi, yolculuğun genel havasına da sirayet ederdi. Sonraları sadece otobüsle gidilecek olan bu yolu,  önceden birkaç kez kuşetli vagonda, gece trenleri vesilesiyle de kat etmiştik. Kuytu yerlere sığınmayı, buraları evim gibi benimsemeyi sevdiğimden, kuşetli vagonda annem ve küçük teyzem daldan dala atladıkları sohbetle sabahı ederken, kısık kahkahalarla kesilen bu mırıltıların fonunda,birbirine monte edilmiş ve gıcırdayan demirlerin üstünde titreyen yataklarda uyumaya bayılmıştım. Gerçi sonradan alışkanlık edineceğimiz üzre, otobüsle Bolu Dağı’na çıkıp Varan tesislerinde kar manzarasına buğulu bir camdan bakarak domates çorbası içmek de hoşuma gitmişti.

İlerleyen senelerde büyük kuzenim kendine bir fotoğraf makinası alıp iki kız kardeşin üçüncüye gidişlerindeki neşeli anları, annemin elleriyle yüzünü kapatmış, gözlerini tamamen yummuş, kasılarak kahkaha atışını, sigara ardına sigara yakışlarını, birbirlerinin omuzuna dokunarak bir şeyler anlatışlarını görüntülediği fotoğraflar aklıma geldi şu fotoğrafa bakınca. Kadınların birbirinin yanındaki rahatlığı, aralarındaki bağın gücü, ayıp olur diye çekinmeksizin otobüs önünde çıkartılıp kenara atılmış bir çift ayakkabıdaki o samimiyet, fotoğraf çekilmeden önce konuştukları şeyin tortusu üzerlerinden kalkmamışken, o muzur gülümsemeleri... İnsanın o sohbetin içine kıvrılıp, aynı kuşetli vagondaki küçüklüğüm gibi, sıcak nefesleri kendine yorgan ederek uyuyası geliyor.

Elmira


Yetmişlerin bir başka efsanesi Otomarsan  O302. Fotoğrafın dışına devam eden uzun bir kanopi,  arkadaki paralel sıra ve  yol dokusundaki özen yüzünden gümrük girişi veya çıkışı olduğunu düşündüren –uzunca- bir  bekleyiş sırasında neşeli 4 kadın. Soldakinin elinde deri kabı açık bir fotoğraf makinası görünüyor.  

 Hidrolik olmayan, açması çok zor kapı, çıkması o denli zor arka  basamaklar çıkıldıktan sonra sağda; içine kalıp buz konarak içeceklerin soğutulduğu, üstten sürgü kapalı buzluğu göremiyoruz. Buraya  konan buzlar birkaç saatte erir, ince alüminyum kapaklı su şişelerinin şangırtısı seyahat boyunca yolculara eşlik ederdi.  Muavinden istenen bu şişeler boşaldıktan sonra koridor tarafındaki koltukların dibine koyu renkli don lastiği ile tutturulmuş ahşap dokulu plastik çöp kovalarına konur, toplanana kadar onlar da şangırdardı! 

Klima o zamanlar bilinmez, büyük amerikan arabalarında sonradan taktırılan -ve  çok pahalı- klimalar  doğal olarak bu otobüslerde de olmazdı. Tavanda iki yöne de açılabilen üç adet havalandırma kapağı ve yan pencerelerin üst kısmındaki sürgülü pencerelerden olurdu serinletme/havalandırma işi. Pencerelerin aralarındaki dikmelere tutturulmuş perdeler bu sürgüler azıcık bile açılsa çoğunlukla muazzam bir gürültü ve dalgalanma ile pencere tarafında oturanın yüzüne patlardı! Ama Türk insanının yapısı gereği bu havalandırma sistemi ile işi olmadı pek. Mutlaka birilerinin “beline beline” vuracağı ihtimaline karşı, havasızlıktan boğuluyor olsan bile açamazdın (Ağustos ayında olmamıza rağmen fotoğraftaki teyzenin omuzlarına aldığı siyah cekete, “sol ayak rahat” pozisyonundaki türbanlı hanımefendinin tüniğine, içindeki beyaz dik yakalı uzun kollu bluza dikkat edelim). Çok uzun süre boyunca, bu otobüslerde de  kapı pencere kapalı, en ufak bir havalandırma olmadan rahatça sigara içildiğini de hatırlatayım.

Üç yüz ikiler iyi hoştu, yolculuk günün şartlarına göre fevkalade  konforluydu da,  “teker üstü” diye bir kavramdan haberdar olmak, bileti oradan almamak gerekirdi. Bilet eğer telefonla filan alınacaksa mutlak “teker üstü olmasın” diye tembihte bulunulurdu. Ön ve arkada tekerleklere denk gelen koltukların zemini oldukça büyük bir kavisle bezeli olur,  ayakları bu bölümde tutmak 10-12 saatlik yolculuklarda  iyice işkenceye dönerdi. Lastiklerin yarattığı vibrasyon ve ek gürültü de tuzu biberi olurdu işin.

Güzeldi işte  altmışlarda, yetmişlerde otobüsle yolculuk etmek. 

BvP



12 Ekim 2012 Cuma

Atatürk Kültür Merkezi ve 27 Mayıs Anıtı


Taksim Meydanından Atatürk Kültür Merkezine Bakış, 1970'ler


[Anıtlar egemen güçlerin simgeleridir. Başka türlü olamazlar "statue" adı üzerinde.

Anıtlar günü gününedirler birde. Bir acılı olayı, kahramanlığı, zaferi kısaca unutulmayacak günleri, kişileri, düşünceleri simgeler. Bu sahicilikleri onları kalıcı yapar. Yani sahipleri vardır, korunurlar. Öyle kolay kolay heykel yıklımaz, kaldırılamaz. Velek ki egemen güçler değişmeye, ya da çoktan değişmiş olmaya! O zaman ilk iş, nerede olursa olsun heykelleri yıkmaktır. Her gelen eski putları yıkmıştır da.] 

Tan Oral,  Yaza Çize. İstanbul 1998.
Tuhaf kadrajlı şu fotoğrafı çekenin Hayati Tabanlıoğlu eseri, upuuzun sürede yapılıp, kısa sürede yakılan  arkadaki yapıyı mı [*] , yoksa kadını mı önemsediği belli değil.
Ama tuhaf olan bir şey daha var:  Ne yazık ki  kötü bir tesadüf eseri  - belki de değil, bilerek, istiyerek - hasar görmüş dev süngü! Yaşı benimle benzer olanlar çevresine seyrek defne yaprakları dolanmış; kabzası, balçağı ve kan oluğu ile herşeyi tastamam bu ikonu hatırlayacaklardır. Mayıs 1960 sonrası oraya dikilmişti ve demokrasiyi simgeliyordu! Galiba 1980 Eylül’ünü izleyen dönemde kaldırılmıştı.  Kaba bir metaforun belirlediği  “görsel şölen” barış/defne yaprakları  getiren ordu /süngü’nün, niye zemine/vatana saplı olmadığını yıllarca merak ettim. Tekrar bakınca; belki de zeminden/ulusun bağrından göklere yükselişi simgeliyordu… Mütehakkimin kendisine kıyasıya yabancı kavramları nasıl değerlendirdiğinin, plastik algısının maddeleşmiş hali(idi). Şimdi nerelerde acaba?


BvP.
......................... 
[*] Gerçekten uzun bir hikaye. Yapının temeli 1946’da atılır atılmasına ama, temel 1953’e kadar atıldığı ile kalır. Sonunda Bayındırlık Bakanlığı  (1956’ya geldik) Hayati Tabanlıoğlu’na yeni bir proje çizdirir. Nisan 1969’da nihayet tamamlan yapı hizmete açılır.  Açılışta nam olsun diye Çeşmebaşı Balesi, Aida Operası filan sahnelenir… Yirmi üç yılda becerilip ortaya çıkarılan bina Kasım  1970’de Arhur Miller’in  “Cadı Kazanı” oyunu oynanırken yanıp, tarumar olur! Ölen olmaz ama, bina ile beraber IV. Murat adlı oyunun galası için Topkapı Sarayı'ndan getirtilmiş, IV. Murat’a ait  eşyaların bir kısmı da yanar , çocukluğumdan o dönemin gazetelerinde; ağırlık idmanı yaparken kullandığı güllenin fotoğrafını hatırlıyorum. O da  tantuna gitmişti.  Yangının neden çıktığı halen belli değil. Bu tür durumların demirbaşı “elektrik kontağı” filan elbette gündeme geldi. Ayrıca, o zamanlarda pek sevilen başka bir motif vardı: “anarşi ”! "Anarşistler”in işi olabileceği de çok yazıldı çizildi. Fail mail bulunamadı tabii. Olan güzelim binayla, fıkara padişahın eşyalarına oldu.

9 Ekim 2012 Salı

Koca Biladerime Sonsuz Sevgilerimle


Yazlık giysili şık polisin parkın girişindeki kuruyemişçinin sepet veya arabasından külaha ucuz kabuklu yemiş koydurmuş  arkadaşları ile muhtemelen Ege kasabalarından birinin parkında çektirdiği fotoğraf. Yerde kabuk görünmüyor. Çekirdeği ağza götüren elin avuç kısmına toplanmış olabilir. Gittikçe ıslanan ve büyüyen kabuk yığını bir süre sonra iyice genişleyip, el külahtan  alma-ağza götürme işini yapamayacak hale gelince, biriktirilenler ya bir çöp tenekesine ya da yere atılır. Ama bu aşamaya daha çok var.
Evet, Ege olması çok muhtemel; fotoğrafın arkasındaki  “biladerime” yazısı okunabiliyor. “Bilader”; “çiğdem”, “asfalya”, “tantan”, “bööğrek” gibi Ege’ye özgü bir sözcük. Ve O  kasabaların çoğunda zeminlerine mıcır serili,  sık büyük ağaçlı ve   serin  bu parkların hemen hepsinde Kurtuluş Savaşı sırasında o yerleşim alanını, bölgeyi savunurken  hayatını kaybedenler için  dikilmiş bir anıt olur (bunlardan en güzeli ve tipik olanı, bence 1926'da  Aydın'a dikilen). Uluorta girişi engellemek için  köşelerindeki alçak obelisklere, top mermisini andıran nesnelere  tutturulmuş,  ortalara doğru  yere değdi değecek  zincirlerle  çevrili ve  yine obelisk, top mermisi veya üst noktaya doğru bir parça daralan silindirden oluşan, beyaza boyalı genişçe dört beş basamak yükselen  bu mütevazi anıtların üzerindeki isimlerden fazla bir şey öğrenilemez. Tıbbiyeyi bitiremeden Askere alınmış  mülazım-ı evvel  Canip Efendi ve komutasındaki müfrezenin  neler yaparak ve ne için  ölmüş oldukları da zaten yakındaki masalarda sessizce çay içen kasabalıların  artık  umurunda değildir.  Eylül ortalarına doğru bir gün Belediye Bandosu eşliğinde biraz hareket ve gürültü olur o kadar. Oysa bu baştan savma törenler  ve hüzünlü anıtlar Ege’de İzmir ve çevresinden yukarılara doğru, kıyı boyunca 1922 yazsonunda  olup bitenler hakkında hep  bir şeyler söyler.
Nedense  son yıllarda tarzını,  geleneklerini, yemek tariflerini siyaset tarzını, otunu bokunu  pek beğendiğimiz Osmanlı’nın aklına yitik, umutsuz savaşlarda kaybolup giden yüz binlerce insanın doğup yetiştikleri yerde bile unutulup gitmemesi için, mütevazi de olsa bu tür anıtlar dikmek gelmemiş…

BvP.

21 Eylül 2012 Cuma

Mösyö ve Madam Fuat

Alıcısı tarafından "Mösyö ve Madam Fuat" olarak adres edilmiş yaşlıca çift
 evlendirme dairesinde davetliler ve şahitler huzurunda defteri imzalıyor.
İstanbul, Mayıs 1949.

Şapkasının örtmediği gözüyle fotoğraf makinasına hesap sorar gibi bakıyor Madam Fuat, erkeklerle çevrili bir masada, ülkeler arasında imza ediliyormuşçasına ciddiyetle yaklaşılan sözleşmenin asıl tarafı olarak. "Sıkı topuzun içinde zor dizginlediğim saçlarımı salıp, ayna önünde göz altlarıma Avrupa'dan gelen gece kremlerimi sürerken de böyle iştahla çekecek misin beni?" der gibi. 


Elmira

17 Eylül 2012 Pazartesi

Rakı Sofrasında Hüzün




İçki sofrasında oturan şu iki yaşlıca adamın bakışlarındaki hüzün, çaresizlik ve kırgınlık ne kadar iç burkucu. Fotoğrafları çekilirken, şakacıktan da olsa gülümseme gereği duymamışlar.  Mutsuz evlilik, bir baltaya sap olamamış çocuklar, parasal sorunlar ve  geriye dönüp bakıldığında acısı her geçen gün artan hiçlik, boşa harcanmış hayat… Paltoları ile oturuşlarını ayazlı bir gecede tam kapanmayan kapı önündeki masada yer bulmuş olmalarına bağlamak da mümkün elbette, ama macunuyla birlikte defalarca boyanmış pis kapı doğraması ve ucuz kumaştan perdeler  mekanın doğru dürüst ısıtılmayan türden köhne bir meyhane  olduğunu açıkça söylüyor. Arkada masanın altında kovaya benzer bir nesne seçiliyor. Belki de, müşterilerin az da olsa ısınmasını sağlayan bir mangal.
Oturdukları dar masada bir dilim ekmek, basit mezeler ve önlerinde  tek tekçi denen meyhanelerde kullanılan türden, rakıyı susuz  içmeye yarayan küçük kadehler duruyor.  Etiketini göremediğimiz, daha yarısına gelinmemiş dar boyunlu büyük şişede rakı olmalı. Fakat bakışlarındaki bulanıklık hayatlarının büyük bölümünde alkolle haşır neşir oldukları apaçık, işin “erbabı” bu iki adamın önce de bir şeyler içmiş olduklarını söylüyor.
Bu masada neşe, umut yok, mutsuzluk ve hüzün var o kadar. Kırgın, çaresiz bir geceyi neden ölümsüzleştirmek istemiş olabilirler? Arkasına tarih atılmamış, açıklayıcı hiçbir not düşülmemiş, ama kalın porselen tabaklar, sandalyeler, kir tutmasın diye alt kısmı koyu renk boyanmış kapı ve duvar ile, iki arkadaşın giysilerinin, saç ve bıyık biçimlerinin tarihi bin dokuz yüz ellilerin ortalarında bir kış gecesi olarak sezdirdiği o gece neler konuşulduğunu, gecenin öncesini ve sonrasını hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Bildiğim, yaklaşık elli, altmış yıl sonra bile bu fotoğrafa baktığımda gördüklerimin ve göremediklerimin içimi burktuğu…

BvP.

Gerçek bir ayyaşın aklı da saçı gibi hep karışıktır. Ve burnu, sahip olmadığı hayatın üstünde tütmesinden, hep kırmızı. Vaktinden önce küllenmiş hayallerin hüznünü örtbas edebilen, dargın gözleri ve düzgün kılığıyla içten yanar; edemeyense son bir çabayla herkesi duruma şahit koşar.

Elmira

12 Eylül 2012 Çarşamba

Otuz ortalarında bir düğün gecesi


Geçkince damat ve gelin evde yakın aile çevresi ile. Nikah töreninden  önce çekilmiş  olmalı, üniforma  ile gördüğümüz damadın eline yüzük takılmamış daha. Belki de nikah evde kıyılacak.  
Sağ alttaki küçük kız dışında herkesin yüzünde makul bir ciddiyet ve belli  belirsiz  bir tebessüm - o da kadınlarda -  var o kadar.
BvP.

30 Ağustos 2012 Perşembe

Efes Pilsen Kardeşliği II


Benzer bir fotoğrafa atıfla benzer biçimde adlandırılmış olsa da, seksen başlarından olduğunu düşündüğüm bu kareye belki başka bir ad vermek gerekli.

Masadaki açılmamış bira şişelerinin; pastanın, mumların ve meyve tabağının sezdirdiği neşeli toplantının ve olası teklifsizliğin üzerini lineer, kalın bir hiyerarşi boylu boyunca çiziyor. Muhtemelen bir askeri tesis yemekhanesinde; paneldeymişçesine yerleşilmiş masaların gerisindeki “komtan”lar: İki albay bir yarbay ve oturmak üzere olan binbaşı, doğal olarak rütbe sırasına göre dizili! Hepsinin yüzündeki ciddi, daha doğrusu nötr ifade durumun gereklerine göre aynı anda değişmek üzere hazır.

Eğlence ya da törenin başlamasına çok az var. Arkada, kareye tesadüfen girmiş sivil görevli çabucak son kontrolleri yapma telaşında. Fakat arkadaki kara tahta ve resmin solunda, yerden yüksek sehpadaki televizyon ile hemen altındaki regülatörü birbirine bağlayan kablolar için yapılabilecek bir şey yok. Maalesef karmakarışık bir fon oluşturuyorlar. Binbaşım oturmak üzere. Muhtemelen şeref konuğu, en yüksek kıdem ve rütbe sahibi kişi henüz gelmemiş. Sağ tarafta onun sandalyesi henüz boş. O da gelip, yerine oturduğunda, bu biralı, pastalı meyve tabaklı (mevsim yaz olmalı: kirazlar ve -belki de- kayısılar seçilebiliyor) “neşeli tören” başlayacak…


BvP.

Askeri disiplin altında gerçekleşecek bu mütevazı kutlamanın şerefine tıpkı zarif şarap kadehleri gibi özenle dizilmiş ve henüz kapağı bile açılmamış bira şişeleri insana şimdiki zamana has, bu fotoğrafın çekildiği günlerde henüz bize çok uzak olan ve bir ürünü tanıtma amacı güden lansman gecelerini anımsatıyor. Sanki masa başında sandalyeye oturanlar değil, asıl masanın üstünde, çikolatalı pasta ile armutların üstüne serpilmiş üzümlerden ibaret meyve tabağı, bir örnek birkaç cam küllük ve küçük bir tabak içinde yakılıp doğum günü sahibince üflenmiş iki koca mumun arasında yer alan bira şişeleri gecenin asıl onur konukları. Böyle resmi kılıklar içindeki ciddi adamlara bu denli halk tipi, laubali bir kutlama dokunmuş olsa gerek, soldan üçüncü asker durumu en azından midesinde hazmedebilmek için elini böğrüne götürmüş.

Elmira

29 Ağustos 2012 Çarşamba

Halim Alyot

Türk Heyeti Farnborough'da Hawker Hunter Uçağını İnceliyor.
Soldan Sağa:
 İngiliz Mihmandar, Ahmet Emin Yalman, Ahmet Şükrü Esmer, Halim Alyot.

1950’lerde İngiltere’ye yapılmış gezi sırasında, bir grup Türk gazeteci dönemin en yeni avcı uçaklarından birini, İngiliz yapımı "Hawker Hunter"i inceliyor [1]. Bu şık beylerden  uçağın gövdesine en yakın duran kişi Demokrat Parti’nin önemli bürokratlarından Basın Yayın ve Turizm Genel müdürü Dr. Halim Alyot.
Arkadaki nottan, Farnborough’ta  her yıl düzenlenen ve esas olarak  İngiliz Havacılık Endüstrisinin ürünlerini tanıtmaya yönelik bu etkinliğe katılanların dönemin kalburüstü gazete sahipleri olduğunu öğreniyoruz.  Ahmet Emin Yalman “Vatan”, Falih Rıfkı Atay “Dünya”, Ahmet Rüştü Esmer “İstanbul Ekspres” gazetelerinin sahipleri ve aynı zamanda başyazarları. Ayrıca Ankara’dan  Ulus ve Zafer gazetelerinin diplomasi muhabirleri de var. Fotoğrafta sadece mihmandar, Ahmet Emin Yalman, Ahmet Şükrü Esmer ve Halim Alyot görünüyor. Oldukça detaylı bilgiler verilmiş olmasına rağmen maalesef tarih yok. Fakat Neville Duke tarafından kırılan saate  727.6 millik hız rekorundan bahsediliyor.  Bu uçuşun Eylül 1953’de gerçekleştiğini, Farnbough’taki gösterilerin de her yıl temmuz ortasında yapıldığını biliyoruz. Yani, 1954’den sonra olmalı. Fakat muhtemelen o yıl değil. Mayıs 1954’deki genel seçimlerden sonraki yaz ayları Bay Halim Alyot için pek iyi geçmemiş olmalı… Fotoğrafın 1956  yılına ait  olduğunu düşünüyorum…Niye mi?
Aslen Giritli olan ve Çanakkale’de çok hısım akrabası olan Alyot’un kardeşi de Çanakkale DP yerel örgütünün ileri gelenlerindendir. Bu hısımlar ve kardeşi ona DP’den milletvekilliği teklif ederler. Bu tekliften hoşlanır, fakat “memur tabiatlı” olduğu için gerekli müsaadeleri almayı ihmal etmez ama, bir talihsizliği olur! Adnan Menderes o sıralar fazla meşguldür, kendisini göremez. Fakat Fuat Köprülü ve Başbakanlık Müsteşarı Kudretli Ahmet Salih Korur ile temas eder. Hem Köprülü hem de Korur bu adaylığı olumlu karşılar. Halim Alyot’ta gönül rahatlığı ile Çanakkale’ye gider, yoklamaya girer ve kazanır. O sırada bir başka “Çanakkale Çocuğu” Muzaffer Baykan’da taa Amerika’dan kalkıp yoklamaya girmiş ve o da kazanmıştır. Bu iki memnun ve mes’ut  aday Ankara döndüklerinde kendilerini bir sürpriz beklemektedir. Adaylıktan vazgeçmeleri istenir! Menderes “garanti Çanakkale” için başka adaylar düşünmektedir. Muammer Baykan talebi kabul eder, fakat Halim Alyot direnir. Öyle ya,Köprülü’den ve Korur’dan izin almıştır.  Adaylıktan çekilmeyi onuruna yediremez, “Hayır” der. Bunun üzerine Menderes kendisini çağırır, fakat onu kabul etmeden önce vazgeçtiğini bildiren bir kağıt imzalamasını ister. Alyot imzalamaz, iş iyice inada biner ve kalkıp Çanakkale’ye gider adaylığını bağımsız olarak koyar. Fakat yoklamada kazanmış olduğu halde üzerinde DP etiketi kalkınca ancak birkaç bin oy alır! [*] Metin Toker anılarında bu olaydan söz edip, sonucun Adnan Menderes’e sonradan “ben odunu aday göstersem seçtiririm” dedirten örneklerden biri olduğunu anlatıyor.[2]
Dönüşünde ise kızağa alınıp Başbakanlık Yüksek Murakabe Heyeti’ne atanır.  Uslu, söz dinleyen Muammer Baykan ise onun yerine Basın Yayın ve Turizm Genel Müdürlüğüne getirilir. Fakat ilerleyen yıllarda tekrar göze girer, 1956-1957 arasında yeniden Basın Yayın ve Turizm Genel Müdürlüğüne getirilir.  Ekim 1957’deki genel seçimlerde de  milletvekili  seçilir  -ya da- yapılır.
 BvP.

[1] Geriye ok açılı kanatları, dar gövde kesiti ve kanat köklerindeki fiyakalı hava alıkları ile son derece zarif ve  başarılı tasarıma sahip; gelişim potansiyeli yüksek bu uçak tüm olumlu özelliklerine rağmen, güçlü rakibi North American şirketi üretimi “F-86 Sabre” jet avcı uçağı karşısında beklenen satış başarısını gösteremez. Türkiye’nin de aralarında bulunduğu pek çok ülke Kore Savaşında gösterdiği performansın da etkisi  ile F-86’yı tercih eder. ( Askeri Yardım Programı çerçevesinde yapılan bu teslimatlarda Türkiye'nin fazla bir seçeneği de yoktur aslında).
Hawker Hunter, 1/48. Model: BvP.
Hunter ise  İngiliz Ticari egemenliği altındaki Körfez ülkelerine, Hindistan’a ve tuhaf bir şekilde, İsviçre’ye satılır (Bu iki ülkenin anlaşmaları yaklaşık yüzer adetlik büyük işlerdir).  Çok üstün uçuş nitelikleri yüzünden üç hava kuvvetleri hava akrobasi ekiplerini bu uçaktan oluşturur. Şili, Lübnan, Umman Ürdün, Somali, İsviçre, Singapur, Zimbabwe 1990’ların ortalarına dek aslanlar gibi kullanırlar. Hatta, Hindistan’ın sahip olduğu hedef çekici Hunter’lar 1999 Kasımına kadar hizmette kalır. Fotoğraftaki Hunter Umman Hava Kuvvetlerine ait bir MK.9’un 1/48 ölçekli modeli.
[2] Toker, Metin. Demokrasimizin İsmet Paşa’lı Yılları. “DP Yokuş Aşağı, 1954-1957”. (s:35-36).  3. Kitap. Genişletilmiş 3. Basım. Bilgi Yayınları, Ankara. Mart 1991.
[*] 1954 seçimlerinde bağımsız adayların Çanakkale’den aldığı toplam oy sayısı: 2.721 olarak açıklanmıştır.