13 Kasım 2012 Salı

Otobüs Hikayeleri II


Gazanfer Bilge[1]  28.10.1967



Günümüz otobüs yolculuklarını düşününce o zamanlar fönlü, özenle topuz içine yerleştirilmiş, uçları kıvrılmış saçlarla ve şık giysilerle (hele beyefendinin yaka mendili ve iç yeleği dâhil eksiksiz takım elbisesiyle) yolculuk yapıldığını görmek insana tuhaf geliyor. Saçların, başların bu denli yapılı olması yüzünden, kim bilir belki de bu kadro otobüsten indiği gibi doğrudan bir düğüne katılacak diye düşünüyorum (yakada, böğürde, kulakta, parmaklarda fazla takı olmadığından, aslında bu fikrim sallantıda).

Tümüyle babasına çektiği için fiziken hiç benzemediği, ve fakat bir örnek ayakkabılar giydiği annesi ve teyzesi ile birlikte bu geziye katılan genç kız, onların aksine ten rengi, ince çorap değil de, beyaz renkte görece kalın bir külotlu çorabı tercih etmiş. Yeniyetmeliğini göz önüne alırsak annesinin henüz ağdayla almasına izin vermediği ince tüyleri saklıyor olsa gerek. Adama kesin şekilde sırt dönmüş siyah giyimli kadın, baldız olmalı. Beden dilleri, fotoğraf çekilene kadar üç kadının birbirine dönük sohbet ettiğini, adamın ise onlara uzak bir noktada sigarasını içip diğer mola verenlerin soğuk meşrubat satın aldığı kafeyi süzmekle zaman geçirdiğini gösteriyor.

Elmira



Otobüs arkasında çektirilmiş hatıra fotoğrafı, muhtemelen bir mola yeri  [2].  

Arkada  Opel Kapitan modeli bir arabadan çıkan sürücü, orta halli şıklıkta üç bayan ve beyefendi  Gazanfer Bilge otobüsü arkasında fotoğraf çektirmişler. Ekim ayı sonu  olmasına rağmen, hava ılık ve güneşli. Ortadaki iki bayan güneş gözlükleri  takmış, soldaki genç kadın ise güneşten korumak için gözlerini kısıp başını eğiyor. Mola yerinde olduklarından artık iyice eminim. Kadınlar el çantalarını otobüste kalmasın diye almışlar ancak, üstlerinde kalın giysiler; palto, ceket vb  türü ağır giysiler yok.  Otobüsün modelini tefrik edemiyorum. Dik  hatlar,  ince dikdörtgen stop ve  sinyal lambaları  Mercedes O302’yi çağrıştırsa da,  302’lerin  camları tek parça arka camları yerine  bu otobüsteki arka cam iki parçalı. 

BvP




..................
[1] Avrupa şampiyonu ve Türkiye’ye 1948’de ilk olimpiyat altın madalyasını kazandıran serbest güreşçi. 1960’lardan başlayarak seksenlerin ortalarına kadar kendi adını taşıyan otobüs şirketi ile kara yolu yolcu taşımacılığında önemli bir oyuncu oldu.

Bir dönem ünlü güreşçiler nedense hep otobüs işletmeciliği yaparlardı! İzmitli Adil ve İrfan Atan kardeşlerin “Atan Kardeşler”, Samsun Çarşambalı, iki olimpiyat altın madalyası sahibi Mustafa Dağıstanlı'nın “Dağıstanlı”, Ağır Siklet güreşçisi Murat Hersekli’nin “Şampiyon Hersekli”si gibi… 

[2]Gazanfer Bilge ve diğer otobüs şirketleri İstanbul Ankara arasında, Düzce’de yine bir güreşçiye, Hamit Kaplan’a ait “Düzce Olimpiyat Dinlenme Tesisleri”nde mola verirdi. Ama burası Düzce’mi emin değilim. 







Ağustos 1978

o302 Önünde. Ağustos 1978.


Büyük teyzemi ziyaret etmek için bazı seneler 15güntatil dediğimiz Şubat tatilinde çoluk-çocuk demeden yola dökülür, Ankara’ya giderdik. Birbirine çok düşkün üç kız kardeşin nihayet buluşmasının heyecanı ve neşesi, yolculuğun genel havasına da sirayet ederdi. Sonraları sadece otobüsle gidilecek olan bu yolu,  önceden birkaç kez kuşetli vagonda, gece trenleri vesilesiyle de kat etmiştik. Kuytu yerlere sığınmayı, buraları evim gibi benimsemeyi sevdiğimden, kuşetli vagonda annem ve küçük teyzem daldan dala atladıkları sohbetle sabahı ederken, kısık kahkahalarla kesilen bu mırıltıların fonunda,birbirine monte edilmiş ve gıcırdayan demirlerin üstünde titreyen yataklarda uyumaya bayılmıştım. Gerçi sonradan alışkanlık edineceğimiz üzre, otobüsle Bolu Dağı’na çıkıp Varan tesislerinde kar manzarasına buğulu bir camdan bakarak domates çorbası içmek de hoşuma gitmişti.

İlerleyen senelerde büyük kuzenim kendine bir fotoğraf makinası alıp iki kız kardeşin üçüncüye gidişlerindeki neşeli anları, annemin elleriyle yüzünü kapatmış, gözlerini tamamen yummuş, kasılarak kahkaha atışını, sigara ardına sigara yakışlarını, birbirlerinin omuzuna dokunarak bir şeyler anlatışlarını görüntülediği fotoğraflar aklıma geldi şu fotoğrafa bakınca. Kadınların birbirinin yanındaki rahatlığı, aralarındaki bağın gücü, ayıp olur diye çekinmeksizin otobüs önünde çıkartılıp kenara atılmış bir çift ayakkabıdaki o samimiyet, fotoğraf çekilmeden önce konuştukları şeyin tortusu üzerlerinden kalkmamışken, o muzur gülümsemeleri... İnsanın o sohbetin içine kıvrılıp, aynı kuşetli vagondaki küçüklüğüm gibi, sıcak nefesleri kendine yorgan ederek uyuyası geliyor.

Elmira


Yetmişlerin bir başka efsanesi Otomarsan  O302. Fotoğrafın dışına devam eden uzun bir kanopi,  arkadaki paralel sıra ve  yol dokusundaki özen yüzünden gümrük girişi veya çıkışı olduğunu düşündüren –uzunca- bir  bekleyiş sırasında neşeli 4 kadın. Soldakinin elinde deri kabı açık bir fotoğraf makinası görünüyor.  

 Hidrolik olmayan, açması çok zor kapı, çıkması o denli zor arka  basamaklar çıkıldıktan sonra sağda; içine kalıp buz konarak içeceklerin soğutulduğu, üstten sürgü kapalı buzluğu göremiyoruz. Buraya  konan buzlar birkaç saatte erir, ince alüminyum kapaklı su şişelerinin şangırtısı seyahat boyunca yolculara eşlik ederdi.  Muavinden istenen bu şişeler boşaldıktan sonra koridor tarafındaki koltukların dibine koyu renkli don lastiği ile tutturulmuş ahşap dokulu plastik çöp kovalarına konur, toplanana kadar onlar da şangırdardı! 

Klima o zamanlar bilinmez, büyük amerikan arabalarında sonradan taktırılan -ve  çok pahalı- klimalar  doğal olarak bu otobüslerde de olmazdı. Tavanda iki yöne de açılabilen üç adet havalandırma kapağı ve yan pencerelerin üst kısmındaki sürgülü pencerelerden olurdu serinletme/havalandırma işi. Pencerelerin aralarındaki dikmelere tutturulmuş perdeler bu sürgüler azıcık bile açılsa çoğunlukla muazzam bir gürültü ve dalgalanma ile pencere tarafında oturanın yüzüne patlardı! Ama Türk insanının yapısı gereği bu havalandırma sistemi ile işi olmadı pek. Mutlaka birilerinin “beline beline” vuracağı ihtimaline karşı, havasızlıktan boğuluyor olsan bile açamazdın (Ağustos ayında olmamıza rağmen fotoğraftaki teyzenin omuzlarına aldığı siyah cekete, “sol ayak rahat” pozisyonundaki türbanlı hanımefendinin tüniğine, içindeki beyaz dik yakalı uzun kollu bluza dikkat edelim). Çok uzun süre boyunca, bu otobüslerde de  kapı pencere kapalı, en ufak bir havalandırma olmadan rahatça sigara içildiğini de hatırlatayım.

Üç yüz ikiler iyi hoştu, yolculuk günün şartlarına göre fevkalade  konforluydu da,  “teker üstü” diye bir kavramdan haberdar olmak, bileti oradan almamak gerekirdi. Bilet eğer telefonla filan alınacaksa mutlak “teker üstü olmasın” diye tembihte bulunulurdu. Ön ve arkada tekerleklere denk gelen koltukların zemini oldukça büyük bir kavisle bezeli olur,  ayakları bu bölümde tutmak 10-12 saatlik yolculuklarda  iyice işkenceye dönerdi. Lastiklerin yarattığı vibrasyon ve ek gürültü de tuzu biberi olurdu işin.

Güzeldi işte  altmışlarda, yetmişlerde otobüsle yolculuk etmek. 

BvP



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder