8 Mayıs 2013 Çarşamba

Disi Nayn


1970 veya 1971’de İstanbul’dan Ankara’ya
McDonnell Douglas  DC(Douglas Commercial)-9  ile yolculuk. [*] 

Yetmişlerin başlarında (sanırım 76’ya kadar) Türk Hava Yolları Uçaklarının bir bölümü pencere hizası boyunca devam eden tek, kalın kırmızı bir bantla uçtu. Aynı bant kuyrukta da tekrarlanıyordu. Klasik, “pijamalı” tabir edilen boyama biçimine  kıyasla daha sade ve modern görünen bu tarz fazla tutulmadı. Bir süre iki tür boyama şekli bir arada kullanıldı ve sonra yok oldular.  Fotoğrafta sadece kuyruğu görünen İki turboprop motorlu Fokker F27 “pijamalı”  mesela. Ben de bu boyamayı çok severdim.

O yıllarda uçakla seyahat gerçekten ciddi önemli ve fiyakalı bir hikayeydi. THY Bilet satış büroları kentlerin merkezi ve pahalı yerlerinde, son derece şık döşenmiş yerler olurdu. Örneğin, İstanbul’da Taksim’de Taksim Gezisinin altındaki belediye dükkanlarında, İzmir’de ise  Efes Oteli  altında. Bu bürolara gider, güzel ve çekici genç bir kadının karşısına otururdun(ya da yeni yetme azgınlığı ile bana öyle gelirdi. Aynı şekilde,  Taksim’de Ceylan Apartmanının altındaki Akbank Şubesinde alçak masalarda mini etekleri ve  apartman topuklu çizmeleri ile oturan ablalar da pek fenaydılar!)

Kısa kenarından açılan ve küçük bir defteri andıran biletlere soyadın adından önce yazılır, en önde de Mr. veya Mrs. olurdu. Basılı bu ünvanlardan gerekmeyen çizilir, diğer bilgilerin de doldurulması epey uzun sürerdi.   Kendinden kopyalı, hem Türkçe hem İngilizce açıklamaları olan, bir kısmı kırmızı veya mavi incecik ve parlak kaliteli kağıda basılmış bu küçük defterler o yıllarda otobüs yazıhanelerinin verdiği skindirik biletlerle kıyaslandığında muazzam şeylerdi. Al, çerçevelet, duvarına as.  O kadar yani!  Şimdilerde de soyadı önce yazılıyor, Mrs , Mrs.,Inf. filan var  ama, kulak asma, eski tadı yok… Çoğu zaman internetten alınan biletleri döktürmek bile gerekmiyor şimdilerde. 

Sonraları Varan, Ulusoy gibi otobüs şirketleri de  benzeri bilet modelini uyguladılar. Birkaç sayfalı ve kolayca yırtılabilen bu biletlerin iç yaprakları yolculuk sırasında alınıyor, esas bilet yolcuda kalıyordu Her iki şirketinki de o dönemin uçak biletleri gibi maviydi. Ama THY bilet rengi konusunda kararlı bir tutum sergilemiyordu sanki.  Dönem dönem yeşil ve kırmızı biletler de gördüğümü hatırlıyorum. Oysa, otobüs biletlerinin rengi şirketlerin ana renkleri ile uyumluydu).

Türk Hava Yolları Biletleri
1960 - 70'ler 
Havada yolculuk o kadar pahalıydı ki ancak çok ama çok önemli, acil bir iş durumunda veya çok uzak bir yere seyahat edilecekse uçak tercih edilirdi. Üstelik işin acil olsa bile, sefer saati sana uygun olacak, şehirden kalkıp, alana gideceksin… Bunlar çok uzun işlerdi (Yetmişlerde İstanbul’da trafiğin tıkanmadığını, bir yerden bir yere çabucak gidildiğini düşünecek kadar saf olmadığınızı düşünüyorum). Ancak Ankara ile  İstanbul arasında düzenli ve nispeten sık sefer olur, gerçekten çok acil işler için bu aracı kullanmak anlamlı olurdu. Örneğin hafta içi  Ankara’ya günübirliğine gidip dönmek mümkündü. Bu seyahati bir şekilde yapabilenler, veya yapmış olanlar için “Sabah gittim, akşam döndüm”,“Öğleden sonra bakanlıkta işim var, ama akşama döneceğim” türü cümleler kurmaktan gizli bir gurur duyulan şeylerdi. Üstelik, doğruya doğru; uçakla seyahat ciddi bir statü ve önem göstergesiydi. 
Uçak yolcusuna öyle öküz gibi davranılmaz, bileti kesen afet-i devrandan, havaalanı bankosundaki görevliye kadar herkes son derece nazik olurdu. Kalkış saati ile ilgili bilgiler ve uçağa davet şimdilerdeki gibi bilgisayarın ardı ardına farklı vurgu ve tonlama ile bir ara getirdiği tuhaf bir şekilde yapılmazdı. Çok güzel Türkçe konuşan bir kadın sesi  tarafından “uçağa teşrifleriniz rica olunur” du. Aynı hanımefendi anonsu İngilizce de tekrarlardı. Her şey dingin ve soylu bir ağırbaşlılıkla gelişir, çantanı ve -mevsimine göre- elinde giysi olarak ne bok varsa – onu alır, kapıya giderdin.

Esenboğa'yı çok daha güzel bulurdum. Üst katta bekler, sonra piste bakan geniş salonun ortalarında majestik bir merdivenden uçağı beklediğin alt salona inerdin (galiba burada 80’lerden itibaren  polis kontrolü başladı). Etraf pırıl pırıl cilalı  travertendi. Koltuklar üzerinde kıvrılmış, ağızları açık halde ve ayakkabısız uyuyanlar, elinde plastik ibrikle uçağa binmeyi bekleyenler olmazdı. Kapıdan geçerken üzerinde kocaman “boarding”  yazan pastel renkli biniş kartlarını delikli yerinden yırtan görevli küçük parçayı sana verirdi. Koltuk numaraları matbaa baskısı bu kartların üzerine uçuş numarası ve kapı lastik stampa ile basılırdı!

“Disinayn”lara genellikle kuyruğun altındaki arka girişten,  iki motorun arasından geçerek binilirdi.  Bu çok dar merdivenden çıkıp kabine girmek, boşta çalıştırılan motorların ve yardımcı güç ünitesinin uğultusu ile yanmış kerosen  kokuları arasından geçilerek vuku bulan  eğlenceli bir ameliyeydi. Hava ne kadar soğuk olursa olsun tuhaf bir sıcaklık olurdu bu alanda. Hep motorların bu kokusunu keyfini çıkararak içime çekmek, onlara uzun uzun bakmak isterdim. Egzozlardan çıkan sıcak hava görüntüyü bozar ve hareketlendirirdi. Ama arkadan gelenleri bekletmek olmaz, istemeyerek de olsa çarçabuk çıkmak gerekirdi merdivenleri.
Hafif bir enstrümantal müzik çalan kabinde (uçağın kalkışından önce ve iniş sonrasında yolcular uçağı terk edene dek çalınan bu müzik parçalarına “d-c-nine music” dendiğini yıllar sonra öğrenecektim. Aynı şekilde asansör versiyonunun da “elevator music” olduğunu). Koltuklar ve koltuk araları epey genişti. Şimdilerde bu koltuklar ve araları öylesine dar ki, kanatlı at havacılık şirketi kalkıştan önce gösterdiği yolcu uçuş emniyeti filminde kabin büyük ve geniş görünsün diye çocukları kullanıyor! Yanlış hatırlıyor olabilirim ama, sanki 70'lerde kabin renkleri dönemin modasına uygun olarak oldukça parlak ve canlıydı. Aynı sırada portakal rengi, yeşil ve kırmızı koltuklar gördüğümü hatırlıyorum. 

Hostesler güzel, mini etekli, “kaptan” amcalar uzun favorili, bıyıklı, pek babacan ve -muhtemelen- pek zamparaydılar. Yaygın bir şehir efsanesi veya annemin uydurması hep “burunlarının ucunu göremeyecek kadar sarhoş” olduklarıydı. Yıllar sonra çeşitli vesilelerle bir çok sivil pilot tanıdım. Zamparalık konusunda fikir beyan etmesen daha iyi ama sarhoş uçan pilot motifi filan… Yok öyle bir saçmalık. Neyse;  uçaktan ayrılırken eğer ön kapı kullanılıyorsa, kokpit kapısı da hafifçe açık olur oradaki bin bir türlü acayip alet edavata göz atmak mümkün olurdu. Bazen de yolcuk esnasında tesadüfen!  Kapı açık tutulur,  kokpite yakın ve bilhassa koridorda oturanların pilotluk mesleğini daha bir taktir etmeleri sağlanırdı.

Dedim ya her şey kolaydı diye; yetmişlerde fotoğraftaki bu küçük oğlan gibi tek başına uçağa binebilir, uçaktan inebilir ve koşabilirdin. Ama ortama uygun şıklık esastı elbette.  Şimdilerde çocuklar ancak boyunlarına asılı, – UM, “Unaccompanied Minor”  yazılı bir zarf içinde muhtelif belgelerle ve görevli insan nezaretinde, hiçbir şeyin kokusunu, gürültüsünü duymadan,  bir tüpten ötekine gezdirilerek seyahat edebiliyorlar. Ne kayıp…

Herkes için güzeldi yetmişlerde uçak yolculuğu.

BvP
………………….


[*] Başarılı  başarılı bir tasarıma sahip 1965’den üretim durana kadar bine yakın üretilmiş bu jetler Türk Hava Yollarında 1967’de hizmete girdi. Nedense herkes “Disinayn” derdi (mesela, aynı dönemde envanterde olan Boeing 707’lere “sevın’o’sevın” değil,  “yediyüzyedi” denirdi). Daha sonra alınan Boeing 727’lere nisbetle oldukça ufak,  iki motorlu tek koridorlu  bu uçaklar iç hatlarda ve yakın dış hatlarda çok  uzun süre kullanıldılar. Aynı başarıyı Mc Donnell Douglas DC10’da maalesef gösteremedi ve 981 sefer sayılı uçuşunda, TC-JAV Mart 1974’de Paris yakınlarında 345 kişi ile düştü. Kurtulan olmadı. 

5 Mayıs 2013 Pazar

Ebedi Hatıra





Kilise Nikahı Sonrası Yeni Evli Çift ve Yakın Akrabalar. Haziran 1949

Maalesef, kapının üzerindeki Ermenice yazılar ve merdivenlerden –en azından benim için-  törenin düzenlendiği kiliseyi saptamak olası değil. Olasılıkla düğün sahipleri tarafından çekilen bu fotoğrafı 8,5x6 gibi mütevazi (ucuz) boyutlarla bastırmak için Beyoğlu Aznavur Pasajı 16 numaradaki "Foto Aras” tercih edilmiş. Bu tercihin bir tür hemşerilik dürtüsüyle mi, ailenin oturduğu mahalleye,  törenin yapıldığı kiliseye yakın oluş nedeniyle mi belirlendiği meçhul. Belki de hepsinden biraz. Civardaki içkili lokantada şef veya Tarlabaşı’na inen sokaklardan birinde esnaf damat işten çıktıktan sonra uğrayıp kolayca almıştır.

Bayan Mari “ebedi bir hatıra” olarak nitelediği fotoğrafı çok sevgili arkadaşına; muhtemelen yeni soyadını kullanarak, sabit kurşunkalemle imzalamış  düzgünce el yazısı iş soyadına gelince, bir parça tökezliyor ve okunaksızlaşıyor. Yeni, üzerinde çok çalışıl(a)mamış, boyu zihinde henüz yer etmemiş imzanın nerede biteceği tam hesaplanamadığından uca doğru sıkışmış.

Arkada, sol başta yakasında çiçeği, güzel takım elbisesi ile “esas duruş gösteren” yaşlıca bey gelinin babası olmalı. Bir parça yalnız, ufka bakıyor. Hemen yanındaki  büyük bir ilgiyle o ufkun kendine ait kırk beş derecelik başka bir parçasını tarayan kısa saçları maşa ile kıvrılı kadın da yanlız. Yüzlerine dik vuran erken yaz güneşiyle çatılan kaşların, sert kısa gölgelerin sertleştirdiği göz çukurları ile akrabalıkları tescilli damat ve arkasındaki ağabey ise ciddiyetle, düpedüz  bakıyorlar objektife. Her ikisinin de yüzlerindeki ciddi ifade damadın yüzündeki belli belirsiz gülümse ile bir parça kırılıyor. Ayrı şekilde Mari’de hafifçe gülümsüyor (sanki). Halbuki zarif yüzüne ifade katan kaşları, iri gözleri, düzgün çenesi ve hafifçe çıkık alt dudağı ile bu eni konu güzel kadın; hafifçe kırarak gövdesine yaklaştırıp koluna yatırdığı gelin çiçeği, eldivenleri, fark edilebilir büyüklükteki  tek taşlı yüzüğü ile daha mutlu olmalıydı. Damat ve babanın yakalarına ilişik çiçekler (görünmüyor ama, mutlaka ağabeyde de var), yapılı saçları ve tuvaletleri içinde küçük nedimeler de dahil hiçbir şey de en ufak bir kusur yok.
Bu küçücük fotoğraftaki mütevazi ama yol yordam bilen, çok uzun süredir kentli bir yaşam sürdürdükleri belli insanlardan yayılan sıkıntının tek nedeninin öğleye doğru şiddetini artıran güneş, rahatsız giysiler ve acıkan karınlar olduğunu düşünmek hoşuma gidiyor. Belki de herkes bir an önce Boğaz kıyısında, günler öncesinde yer ayırtılmış lokantada, suyun hemen yanında hazırlanmış üzeri lezzetli yiyeceklerle dolu o masaya oturmak, bir parça rahatlamak istediği için böyle. Gelinin babası (Bay Yetvart?)  ve yeni akrabalar ceketlerini çıkartıp kravatlarını hafifçe gevşetecekler, Bayan Mari ve eltisi (hani o, arkada en solda, boynunda iki sıra kısa inci kolyesi ve iri küpeleri ile dikkati çeken endamlı) masanın altında ayakkabılarının üstüne zarifçe basacaklar, yemeğin sonunda doğru göbek atmak için tekrar giymeye çalıştıklarında şişmiş ayakları daha çok acıyacak. Ama şimdi olduklarından daha mutlu olacaklar.

Yaşadığım kentin bir zamanlar sahibi olduğu  elli civarındaki kiliseden, okullardan, yetimhane ve hastanelerinden, buraya zenginlik katan canlı hayatından geriye kalanın kırık dökük, varlıkları ile onları doldurmaya çalışanların da, bir grup yalnız insan olduğunu bilmek içimi burkuyor.“Dini bayramlarda filan hep birbirimize gider gelirdik”, “hepimiz Hrant’ız” ikiyüzlülüğünü sürdürmekteki inadımız da…

3 Mayıs 2013 Cuma

Ulf Viking



Bilinmeyen Bir Hava Alanında Açık Havada Uçağın Kalkmasını Bekleyenler 

Zemin, rüzgardan uçmasın diye mandallarla tutturulmuş kareli örtüler  ahşap kahve iskemleleri ve arkası görünen koltuk bir çay bahçesi havasında olsa da, şimdinin “lounge” lerinin arketipi belki de. Sandalyedeki çanta ve saplarından aynı olduğu sezilen diğerinin üzerinde maalesef bir amblem, yazı vs yok. Oysa ellilerde hava yolu şirketlerinin dağıttığı el çantalarına benziyorlar. Arkada, bekleme alanına çok yakın park etmiş uçak sanki yolcularının bekliyor gibi. Fotoğrafta boyama biçimi ve çağrı kodu net olarak görünüyor. “DDL” Danimarka Hava Yollarına ait OY-DCU çağrı kodlu, C47 askeri nakliye uçağından çevrilmiş  DC-3 bu.  "Adı Ulf Viking" Danimarkalı “DDL” rakipleri  İsveçli SILA ve Norveçli “DNL” ile 1948 yılında birleşip “SAS”,  Scandinavian Air Systems  adını alıyorlar. Gördüğümüz bu tarihten sonra kullanılan boyama biçimi.  Ulf Viking 1957’ye kadar kullanıldıktan sonra  satılıyor ve nihayet 1996’da Kenya’da kırıma uğrayıp, bir hava aracı olarak ömrünü tamamlıyor! Fotoğraf bu yüzden 1948 ile 1957 arasında bir tarihte çekilmiş olmalı.

O yılların hava yolu şirketlerini ve uçtukları yerleri osuruktan sanan cidden yanılır. 1946 gibi bir tarihte bile İskandinav Hava Yolları ile Cenevre’den Buenos Aires’e gitmek mümkün. Gidiş dönüş 5.688  İsviçre Frangı ödemeyi göze almanız şartıyla elbette… SAS’ın 1948 tarifesine göre Stokholm’den   Şam’a veya İstanbul’a da  direkt uçulabiliyor.  (Stokholm- Şam yolcuları çok ayrı, detaylı ve eğlenceli bir yazı konusu olabilir).

Keza, 1 Mayıs 1949 tarihli tarifeye göre İstanbul’dan, - Münih aktarmalı maalesef- Ştutgart’a da 202 Amerikan Dolarına gidebiliyorsunuz. Tek yapacağınız Sirkeci’deki Antalya Han’a uğrayıp SAS bürosundan biletinizi almak. Sonra “Sirkeci civarı 170” numaradan kalkan otobüsle Yeşilköy’e gideceksiniz. Fakat kırkların sonu, ellilerin başında İstanbul’a DC-3 ile yapılan bir sefer yok maalesef. Tüm uçuşlarda uçak tipi olarak “DC-6” gösteriliyor. Bu fotoğraf  bir “evropa” seyahati anısı olabilir mi? Belki de öyledir kim bilir? 



BvP 

30 Nisan 2013 Salı

Altı Satırda Aşk Romanı


4.4.943 Adana 



Pek az fotoğrafın arkasına yazılan, görüntünün kendisinden daha güçlü olur. 
Tutkuyu, özlemi bundan daha iyi anlatanı var mı? Bilmiyorum. En azından bendekiler arasında yok. Özleminin karşılıklı olduğundan bu kadar emin olan, “Kocacığın” yazıp altını imzalayabilen şu adamınki ne büyük bir mutluluk. Kim bilir kaç zamandır kısılıp kalmış şu adamınki ne büyük çaresizlik…

4.4.943
Adana 
Sevgili karıcığım, sana Hatıra olarak
gönderiyorum.
daima bakarsın.
Kocacığın

Bin dokuz yüz kırk üç İkinci Dünya Savaşına girilmemiş olmasına rağmen savaşın yarattığı ekonomik ve sosyal olumsuzlukların Türkiye’de en derinden, en berbat hissedildiği yıl. O dönemde Türkiye nüfusunun yaklaşık 18 milyon, silah altındakilerin bir milyon olduğunu düşünürsek hemen hemen her on sekiz kişiden biri asker. Ekonomik yaşamdan çekilen bu büyük iş gücünün toplumsal yapıda yarattığı sıkıntılar öyle kolay omuzlanacak şeyler değil. O zamanlar omuzlanmış gibi görünen “şeyler”in yarattığı travmaları Türkiye’de 1945 sonrasının  politik ve sosyal şekillenişinde gözlemek, izlemek zor değil.   Murat Metinsoy alçak gönüllükle“Savaşın sıradan insanlar, işçi sınıfı, küçük esnaf, küçük köylülük, kadın ve  çocuk üzerindeki etkilerine ve bu kesimlerin savaşın getirdiği değişikliklere ve savaş yıllarındaki devlet politikalarına tepki ve direnişlerine, toplumsal değişim sürecindeki rollerine dair ayrıntılı çalışmalar henüz yapılmadı” dese de,  “ İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye”  adlı kitabı sanırım konu ile ilgili şimdiye dek yapılmış en ayrıntılı, toparlayıcı ve anlaşılır  çalışma.  Bu ufak fotoğrafa bakıp, önü ve arkasının söyledikleri  ile yetinmek istemeyenler için epey yararlı olabilir.

BvP

Metinsoy, Murat. İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye, “Savaş ve Gündelik Yaşam”, Homer Kitabevi, 2007.

29 Nisan 2013 Pazartesi

Şef

Anadolu'da Hava Alanı 50'ler


Evet, bu kadar kolaydı işte. Uçak piste iner; terminale yaklaşır ve motorları dururdu. Sen de elini kolunu sallayarak inerdin. Bu fotoğrafın çekildiği yıllarda (ellilerin başları- ortaları?)  sivil uçaklar da,ihtiyaca cevap verebilecek donanıma sahip askeri hava alanlarını kullanıyordu [1] Pistin hemen  yanındaki  alçak ve basit kule, ortalıkta bir yolcu salonun görülmeyişi, pisti sınırlayan eğreti ip buranın o tür bir “meydan” olduğunu söylüyor. Fakat yine de, boş olarak bekleyen otobüs ve önünde  küçük de olsa bir gurup karşılayan– veya – yolcu edenle bir bölümü sivilleştirilmiş.

Yüzü bize dönük olanların kravatsız ve kasketli oldukları seçiliyor. Devlet işletmelerinde çalışan,  o yörenin insanı işçiler gibi…  Uçaktan inecek  Karayolları Bilmem kaçıncı Bölge  Makine İkmal Şefini alıp, şehrin bir parça dışındaki “bölge”ye götürecekler. Anadolu'daki  devlete ait hizmet birimleri  – şimdi de öyle mi bilmiyorum – eskiden çok geniş alanlara kurulu ve her tür işlevin bir arada olduğu, kendine yeterli bir tür sivil “üs” biçiminde olurdu.   Örneğin  bin dokuz yüz yetmişlerde Diyarbakır Karayolları  Dokuzuncu Bölge Müdürlüğü bakım atölyeleri, malzeme yakıt ve yedek parça depoları,  büro-yönetim yapıları, lojmanları ve dinlenme tesisleri ile devasa bir kompleksti.  İçinde güzel , havuzlu filan bir  çay bahçesi olduğunu, pide lahmacun vs yapıldığını hatırlıyorum. Özellikle elliler ve altmışlarda doğu’ya giden ve özellikle zorlu arazi şartları ile de boğuşmak zorunda kalan sivil  devlet çalışanlarına da  yaşamı kolaylaştırmak ve bir nebze cazip kılabilmek için düşünülmüş akıllıca bir fikir.
 
“Şefim” güneş gözlükleri, net olmayan şu  fotoğrafta bile kolayca seçilen tertemiz ayakkabıları ile pek yöreye ait değil (arkası bize dönük subaylar ve beyaz ayakkabılı hanımefendi gibi).  Şişkin evrak çantası  ve omzundaki ince kayışın ucunda büyük ihtimalle bu fotoğrafı çeken makinenin kılıfı kıyafeti tamamlıyor. Bol spor ceket ve koyu renk gömlek nedense şu kafamdaki “şefim” hüviyetine tam uygun.  Karayolları Genel Müdürlüğündeki odalarında pipo içip birbirlerine “yes”, “orrayt” diyen,  bin dokuz yüz ellilerin Amerika’da eğitim görmüş mühendislerinden de olabilir.  Ama daha çok sıkça arazide bulunan,  iş makinelerinin mükemmel çalışmasından, arızaları veya yedek parça tedariğinden (ikmalinden) sorumlu biri, ya da menfezler, küçük köprüler yapan bir inşaat mühendisi olmasını istiyorum.  Sahada değilken de, zerinde soluk mavi iş önlüğü ile atölyede geçiriyor vaktini. 
Ankara veya İstanbul'a yapılmış  kısa süreli yolculuğun (görev?, “vazife”) ardından çalıştığı küçük Anadolu kentine dönüyor, kendisini seven çalışanlar ve şöförü kendisini karşılamaya gelmişler, (belki de tıpkı o yıllarda benzer bir iş yapmış olan  babam gibi)….

BvP 



..............
[1] Zaten Yolcu uçakları da genellikle 1945’den sonra  Hava Yolları envanterine girmiş Douglas DC-3 “Dakota”lardı. İkinci Dünya Savaşı sırasında C-47 adıyla nakliye uçağı olarak binlerce üretilmiş, kullanılmış bu uçaklar savaşın bitimiyle Amerika ile dirsek temasındaki müttefik  ülkelerin ordularına askeri yardım programı çerçevesinde, sivil kullanım için de hava yolu şirketlerine çok ucuza verildi. Türk Hava Yollarında da 1960’lara kadar kullanıldılar.


21 Ocak 2013 Pazartesi

Beyaz Falkon’da Bir Bey

Curtiss-Wright CW-22 Eğitim Uçağı 



Fotoğrafı   Ahmet  bana yollayıp da yaz bakalım bir şeyler dediğinde birazcık tırstım açıkçası. Uçağın içinde poz veren bir bey… O kadar … Ne yazayım ki ben şimdi buna. Muhtemelen hafta sonu pilot olan eniştesini ziyarete gitmiş bir lise talebesinin kendini Top Gun şeyi (neyi?) zannedip eniştesine rica minnet çektirttiği bir hatıra fotoğrafı işte. Enişte bey  her ne kadar yassah (veya sakıncalı) olsa da kıramamış kayınçoyu; mümkün olduğu kadar uçağın tipini, numara v.s.  göstermeden kadraja alarak basmış deklanşöre…

Bunları yazacaktım fasulye aklımca. Hatta saçlara takılmıştım. Acaba limon kolonyası ile mi taranmıştı yoksa Hasan marka briyantin imalatı başlamış mıydı çoktan ? Saç şekli ve gömlek için yorum yapmak benim tevellütü aşıyor hakikatten.

Biraz tayyareden bahsedeyim isterseniz, azıcık malumatın kimseye bir zararı olmaz.

Beyaz ve Kara Falcon kardeşler mutlu günlerinde.
(Fotoğraf : Özkan Türker arşivi)
Otuzların sonları, savaşın arifesi. Hava kuvvetlerimiz eldeki eski model tayyarelerini yenileme çabasında fakat mal kıymetli, paranla bile alamıyorsun... Bırak hibe, hediye, v.s yalan o zamanlarda. Araştırma sürerken Amerikan Curtiss firması "Falcon tayyarelerini tiko para hemen teslim ederim" diyor. Bakıyor bizimkiler mal güzel, ihtiyacı karşılar, yazılıyorlar hemen.


ve 1940 yılında 50 adet tayyareyi veriyor Curtiss. Eskişehir’de bulunan Uçuş Okulu’nun  2.Tabur 3.Bölüğü alıyor yeni tayyareleri. O zaman için hakikatten güzel tayyare bunlar. Yalnız bizimkiler biraz bocalıyorlar çünkü iniş takımlarını kanat içine alan bir tayyare ile ilk defa uçmaya başlamışlar. Doğal olarak bir sürü kaza, üzücü olay v.s. Sonra diyorlar ki bir bunların tekerleklerini sabitleyelim alışana kadar. Yapıyorlar da. Kazalar azalıyor doğal olarak. Bir müddet geçince artık alıştık bir dangalaklık yapmayız diyorlar, açıyorlar kilitleri. Ve kazalar tekrar başlıyor. Her neyse  pek sevilmiş olsa gerek aynı modelden bir sipariş daha geçiliyor Curtiss’e ve 1942 de 50 adet daha satın alınıyor. İlk gelen tayyareler kamuflaj boyalı olduğu için Kara Falkon adı takılmış. Yeni gelenler ise metalik renkli ve bunlara da Beyaz Falkon demişler. Bu tayyareler hem hava kuvvetlerinde hem de o zamanlarda gedikli astsubay pilotların yetiştirildiği Türk Hava Kurumu’nda  kullanılmış taa ki dost ve müttefik Amerika Marshall yardımı ile 1949’da T-6 Texan tayyarelerini verene kadar. Bundan sonrası malumdur ki hizmet dışı kalmış tayyareler düdüklü tencere , matara , kap kacak, korniş olarak hizmete devam etmişler. Fakat nasıl olmuşsa bir tanesi hatıra olur gelecek kuşaklara diye vermemişler hurdacıya, korumaya almışlar ve bir şekilde korunmuş da günümüze kadar (*).

Falcon tayyaresinin merhum Nejat Deryakulu tarafından
orjinaline uygun olarak yapılmış istikamet dümeni .
(Fotoğraf : Özkan Türker )
Hikayeye malzeme olan uçağın ön pilot mahalli (kokpit)
bugünkü görünümü  (Fotoğraf: Özkan Türker)
Curtiss (Beyaz) Falcon tayyaresinin bugünkü durumu.
http://www.hho.edu.tr/muze/600/curtis.htm)

Her ne kadar korunmuş olsa da bu bizim Beyaz Falcon pek hakir görülmüş, bir hangardan bir piste itilmiş kakılmış, olmuş Bataklı Damın Kızı Aysel. Neticesinde, kuyruk dümenini kaybetmiş. Altmışlı yıllarda bir müze açılması fikri emirle ciddiyete bindirilince rahata ermiş Beyaz Falkon. Artık onun da kalan ömrünü huzurla geçireceği bir hangarı olmuş. Kaybettiği kuyruk dümeni hayırsever bir emekli hava subayı tarafından orijinaline uygun olarak yeniden yapılmış ve boyanmış. O artık yeni müzesinde ziyaretçilerini beklermiş…

Yazımıza mevzu,  işte bu uçağın muhtemelen 1940-50 arası bir dönemden fotoğrafı. Daha sonra çekilmesi zor bir ihtimal.

Durum bundan ibaret, basit bir tayyare içi fotoğrafından ne hikayeler çıkıyor. Bakalım daha  neler göreceğiz  şu sahaf mallarından?

Özkan Türker





(*)  Tahminen 442 adet üretilmiş bulunan Curtiss Falcon tayyaresinden günümüze sadece iki tanesi gelebilmiştir. Bunlardan bir tanesi  Florida’daki Donanma Hava Müzesi’nde  diğeri İstanbul’daki Hava Kuvvetleri Müzesi’ndedir.










14 Ocak 2013 Pazartesi

Memurlar

Devlet Memurları Tatil Gününün ve Güneşin Tadını   Çıkarıyor
İskenderun Sahili 1947 veya 1948

Hukuk fakültesini bitirmemize yakın, arkadaşım Mehmet’le kafa kafaya verip, Bahariye Caddesi’nin ara sokaklarındaki bina cephelerine serpilmiş paslı avukat bürosu tabelalarına bakarak ve epeyce dramatize ederek mezun olduktan sonraki iş hayatımızın hayalini kurmaya başlamıştık. Adım atanın içini kokusuyla kaldıracak, filtresiz, ucuz sigaraların dumanı sayesinde erimeyen sise boğulmuş bir hanın odacığında,  beyazlamış uzun bıyıkları nikotinden sararmış, adliyeye giderken elinde salladığı bond çantasının kapağı yerinden kopup ayrılmaya yüz tutmuş, eşten dosttan gelen üç-beş icra davasının takibinden başka şey yapmayan, avukat kelimesinin vaktiyle ifade ettiği saygının hakkını veremeyenlerden olup, ölene dek sefaletle savaşacaktık. Detaylandıkça insanın hem içini acıtan, hem garibanlığına güldüren bu hayal, sonradan basbaya fobimiz oldu. O kadar ki; ben yurtdışına yüksek lisans yapacağım diye bir daha geri dönmemek üzere kaçtım, Mehmet akademik kariyer edinmek için avukatlığı bir kenara bıraktı.

Baron von Plastik’in fotoğrafa koyduğu “memurlar” ismine bakarken, fotoğrafın çekildiği sıralarda memurluğun saygın bir mevki olduğunu tekrar hatırladım. Sonra en kötü televizyon şovlarının yayınlandığı yerel kanallara benzer bir estetik anlayışıyla hizmet veren Memurlar.net web sitesine ve şimdiki memur profiline aklım gitti. Derken yönetici kademesinde sayılmayan cins çoğu düşük seviye memurluğun artık nasıl da bir paçozluk, nasıl bir yokluk, nasıl bir muhtaçlık çağrıştırdığını; bu insanların çeşitli sınavlar, kuralar ve çekilişlere, değişip duran uçucu haklara bağlı şekilde görevlerini yapmaya çabaladıklarını düşündüm. Mehmet’le sararmış bıyıklı gelecek öngörümüz, belki de şimdinin memurlarında can bulmuştu. 

Kalemimi koyverdiğim bu uzun girizgâhın ardından fotoğrafta neyi işaret etmek istediğime geleyim:
Tatlı bir bahar günü öğleden sonrasında  (gölgelerin düşüşü beni güneşin biraz olsun eğildiğine ikna ediyor) az önce yenmiş yemeğin üstüne içilen Türk kahvesinin ve keyif sigarasının yanında kimisi sayfalarını paylaştığı gazetesini okuyor, kimisi kılığından asker olduğu belli olan arkadaşına yanaşmış, fotoğrafçı için poz kesiyor. Herkesin sandalyesi objektife dönük, garson bile olduğu yerde dikilerek hazrolda durmuş. Dirsekten büküp sol omzuna yasladığı tepsisinin hemen arkasında kalan, bir kayanın üstüne çökmüş ufku seyreden adamı bileğinde taşıyor sanki. Yalnız hepsinden önemlisi, fotoğrafın kadrajına aslında çağırılmamış, sol arkada oturan esmer yüzlü, yoksul görünüşlü adam. Bu adamın rütbe vermeyen cinste kep takılan mesleklerden birine mensup olup, bekçi veya kapı görevlisi olarak çalıştığını tahmin ediyorum. Uzaktan, memurlar grubunun çektirdiği fotoğrafa başka açıdan bakıyor; mühim adamların dimdik oturuşlarını, ilikli yakalarını, kendisinin tersine mevsimle uyumlu giyimlerini yaban gözlerle süzüyor. 
 
Elmira