1970 veya 1971’de İstanbul’dan Ankara’ya
McDonnell Douglas DC(Douglas Commercial)-9 ile yolculuk. [*]
|
Yetmişlerin başlarında (sanırım 76’ya kadar) Türk Hava Yolları Uçaklarının bir
bölümü pencere hizası boyunca devam eden tek, kalın kırmızı bir bantla uçtu. Aynı bant kuyrukta da tekrarlanıyordu. Klasik, “pijamalı” tabir edilen boyama
biçimine kıyasla daha sade ve modern
görünen bu tarz fazla tutulmadı. Bir süre iki tür boyama şekli bir arada
kullanıldı ve sonra yok oldular. Fotoğrafta sadece kuyruğu görünen İki
turboprop motorlu Fokker F27 “pijamalı” mesela. Ben de bu boyamayı çok severdim.
O yıllarda uçakla seyahat
gerçekten ciddi önemli ve fiyakalı bir hikayeydi. THY Bilet satış büroları
kentlerin merkezi ve pahalı yerlerinde, son derece şık döşenmiş yerler olurdu. Örneğin,
İstanbul’da Taksim’de Taksim Gezisinin altındaki belediye dükkanlarında, İzmir’de
ise Efes Oteli altında. Bu bürolara
gider, güzel ve çekici genç bir kadının karşısına otururdun(ya da yeni yetme
azgınlığı ile bana öyle gelirdi. Aynı şekilde,
Taksim’de Ceylan Apartmanının altındaki Akbank Şubesinde alçak
masalarda mini etekleri ve apartman
topuklu çizmeleri ile oturan ablalar da pek fenaydılar!)
Kısa kenarından açılan ve küçük
bir defteri andıran biletlere soyadın adından önce yazılır, en önde de Mr. veya Mrs.
olurdu. Basılı bu ünvanlardan gerekmeyen çizilir, diğer bilgilerin de
doldurulması epey uzun sürerdi. Kendinden
kopyalı, hem Türkçe hem İngilizce açıklamaları olan, bir kısmı kırmızı veya
mavi incecik ve parlak kaliteli kağıda basılmış bu küçük defterler o yıllarda
otobüs yazıhanelerinin verdiği skindirik biletlerle kıyaslandığında muazzam
şeylerdi. Al, çerçevelet, duvarına as. O
kadar yani! Şimdilerde de soyadı önce
yazılıyor, Mrs , Mrs.,Inf. filan var ama, kulak asma, eski tadı yok… Çoğu zaman
internetten alınan biletleri döktürmek bile gerekmiyor şimdilerde.
Sonraları Varan, Ulusoy gibi otobüs şirketleri
de benzeri bilet modelini uyguladılar. Birkaç
sayfalı ve kolayca yırtılabilen bu biletlerin iç yaprakları yolculuk sırasında
alınıyor, esas bilet yolcuda kalıyordu Her iki şirketinki de o dönemin uçak biletleri
gibi maviydi. Ama THY bilet rengi konusunda kararlı bir tutum sergilemiyordu
sanki. Dönem dönem yeşil ve kırmızı biletler
de gördüğümü hatırlıyorum. Oysa, otobüs biletlerinin rengi şirketlerin ana
renkleri ile uyumluydu).
Havada yolculuk o kadar pahalıydı ki
ancak çok ama çok önemli, acil bir iş durumunda veya çok uzak bir yere seyahat
edilecekse uçak tercih edilirdi. Üstelik işin acil olsa bile, sefer saati sana
uygun olacak, şehirden kalkıp, alana gideceksin… Bunlar çok uzun işlerdi
(Yetmişlerde İstanbul’da trafiğin tıkanmadığını, bir yerden bir yere çabucak
gidildiğini düşünecek kadar saf olmadığınızı düşünüyorum). Ancak Ankara
ile İstanbul arasında düzenli ve
nispeten sık sefer olur, gerçekten çok acil işler için bu aracı kullanmak
anlamlı olurdu. Örneğin hafta içi
Ankara’ya günübirliğine gidip dönmek mümkündü. Bu seyahati bir şekilde
yapabilenler, veya yapmış olanlar için “Sabah
gittim, akşam döndüm”,“Öğleden sonra bakanlıkta işim var, ama akşama döneceğim”
türü cümleler kurmaktan gizli bir gurur duyulan şeylerdi. Üstelik, doğruya
doğru; uçakla seyahat ciddi bir statü ve önem göstergesiydi.
Uçak yolcusuna öyle öküz gibi davranılmaz, bileti kesen afet-i devrandan, havaalanı bankosundaki görevliye kadar herkes son derece nazik olurdu. Kalkış saati ile ilgili bilgiler ve uçağa davet şimdilerdeki gibi bilgisayarın ardı ardına farklı vurgu ve tonlama ile bir ara getirdiği tuhaf bir şekilde yapılmazdı. Çok güzel Türkçe konuşan bir kadın sesi tarafından “uçağa teşrifleriniz rica olunur” du. Aynı hanımefendi anonsu İngilizce de tekrarlardı. Her şey dingin ve soylu bir ağırbaşlılıkla gelişir, çantanı ve -mevsimine göre- elinde giysi olarak ne bok varsa – onu alır, kapıya giderdin.
Esenboğa'yı çok daha güzel bulurdum. Üst katta bekler, sonra piste bakan geniş salonun ortalarında majestik bir merdivenden uçağı beklediğin alt salona inerdin (galiba burada 80’lerden itibaren polis kontrolü başladı). Etraf pırıl pırıl cilalı travertendi. Koltuklar üzerinde kıvrılmış, ağızları açık halde ve ayakkabısız uyuyanlar, elinde plastik ibrikle uçağa binmeyi bekleyenler olmazdı. Kapıdan geçerken üzerinde kocaman “boarding” yazan pastel renkli biniş kartlarını delikli yerinden yırtan görevli küçük parçayı sana verirdi. Koltuk numaraları matbaa baskısı bu kartların üzerine uçuş numarası ve kapı lastik stampa ile basılırdı!
Uçak yolcusuna öyle öküz gibi davranılmaz, bileti kesen afet-i devrandan, havaalanı bankosundaki görevliye kadar herkes son derece nazik olurdu. Kalkış saati ile ilgili bilgiler ve uçağa davet şimdilerdeki gibi bilgisayarın ardı ardına farklı vurgu ve tonlama ile bir ara getirdiği tuhaf bir şekilde yapılmazdı. Çok güzel Türkçe konuşan bir kadın sesi tarafından “uçağa teşrifleriniz rica olunur” du. Aynı hanımefendi anonsu İngilizce de tekrarlardı. Her şey dingin ve soylu bir ağırbaşlılıkla gelişir, çantanı ve -mevsimine göre- elinde giysi olarak ne bok varsa – onu alır, kapıya giderdin.
Esenboğa'yı çok daha güzel bulurdum. Üst katta bekler, sonra piste bakan geniş salonun ortalarında majestik bir merdivenden uçağı beklediğin alt salona inerdin (galiba burada 80’lerden itibaren polis kontrolü başladı). Etraf pırıl pırıl cilalı travertendi. Koltuklar üzerinde kıvrılmış, ağızları açık halde ve ayakkabısız uyuyanlar, elinde plastik ibrikle uçağa binmeyi bekleyenler olmazdı. Kapıdan geçerken üzerinde kocaman “boarding” yazan pastel renkli biniş kartlarını delikli yerinden yırtan görevli küçük parçayı sana verirdi. Koltuk numaraları matbaa baskısı bu kartların üzerine uçuş numarası ve kapı lastik stampa ile basılırdı!
“Disinayn”lara genellikle
kuyruğun altındaki arka girişten, iki motorun arasından geçerek binilirdi. Bu
çok dar merdivenden çıkıp kabine girmek, boşta çalıştırılan motorların ve yardımcı güç ünitesinin uğultusu ile yanmış
kerosen kokuları arasından geçilerek
vuku bulan eğlenceli bir ameliyeydi.
Hava ne kadar soğuk olursa olsun tuhaf bir sıcaklık olurdu bu alanda. Hep
motorların bu kokusunu keyfini çıkararak içime çekmek, onlara uzun uzun bakmak
isterdim. Egzozlardan çıkan sıcak hava
görüntüyü bozar ve hareketlendirirdi. Ama arkadan gelenleri bekletmek olmaz,
istemeyerek de olsa çarçabuk çıkmak gerekirdi merdivenleri.
Hafif bir enstrümantal müzik çalan kabinde (uçağın kalkışından önce ve iniş sonrasında yolcular uçağı terk edene dek çalınan bu müzik parçalarına “d-c-nine music” dendiğini yıllar sonra öğrenecektim. Aynı şekilde asansör versiyonunun da “elevator music” olduğunu). Koltuklar ve koltuk araları epey genişti. Şimdilerde bu koltuklar ve araları öylesine dar ki, kanatlı at havacılık şirketi kalkıştan önce gösterdiği yolcu uçuş emniyeti filminde kabin büyük ve geniş görünsün diye çocukları kullanıyor! Yanlış hatırlıyor olabilirim ama, sanki 70'lerde kabin renkleri dönemin modasına uygun olarak oldukça parlak ve canlıydı. Aynı sırada portakal rengi, yeşil ve kırmızı koltuklar gördüğümü hatırlıyorum.
Hostesler güzel, mini etekli, “kaptan” amcalar uzun favorili, bıyıklı, pek babacan ve -muhtemelen- pek zamparaydılar. Yaygın bir şehir efsanesi veya annemin uydurması hep “burunlarının ucunu göremeyecek kadar sarhoş” olduklarıydı. Yıllar sonra çeşitli vesilelerle bir çok sivil pilot tanıdım. Zamparalık konusunda fikir beyan etmesen daha iyi ama sarhoş uçan pilot motifi filan… Yok öyle bir saçmalık. Neyse; uçaktan ayrılırken eğer ön kapı kullanılıyorsa, kokpit kapısı da hafifçe açık olur oradaki bin bir türlü acayip alet edavata göz atmak mümkün olurdu. Bazen de yolcuk esnasında tesadüfen! Kapı açık tutulur, kokpite yakın ve bilhassa koridorda oturanların pilotluk mesleğini daha bir taktir etmeleri sağlanırdı.
Hafif bir enstrümantal müzik çalan kabinde (uçağın kalkışından önce ve iniş sonrasında yolcular uçağı terk edene dek çalınan bu müzik parçalarına “d-c-nine music” dendiğini yıllar sonra öğrenecektim. Aynı şekilde asansör versiyonunun da “elevator music” olduğunu). Koltuklar ve koltuk araları epey genişti. Şimdilerde bu koltuklar ve araları öylesine dar ki, kanatlı at havacılık şirketi kalkıştan önce gösterdiği yolcu uçuş emniyeti filminde kabin büyük ve geniş görünsün diye çocukları kullanıyor! Yanlış hatırlıyor olabilirim ama, sanki 70'lerde kabin renkleri dönemin modasına uygun olarak oldukça parlak ve canlıydı. Aynı sırada portakal rengi, yeşil ve kırmızı koltuklar gördüğümü hatırlıyorum.
Hostesler güzel, mini etekli, “kaptan” amcalar uzun favorili, bıyıklı, pek babacan ve -muhtemelen- pek zamparaydılar. Yaygın bir şehir efsanesi veya annemin uydurması hep “burunlarının ucunu göremeyecek kadar sarhoş” olduklarıydı. Yıllar sonra çeşitli vesilelerle bir çok sivil pilot tanıdım. Zamparalık konusunda fikir beyan etmesen daha iyi ama sarhoş uçan pilot motifi filan… Yok öyle bir saçmalık. Neyse; uçaktan ayrılırken eğer ön kapı kullanılıyorsa, kokpit kapısı da hafifçe açık olur oradaki bin bir türlü acayip alet edavata göz atmak mümkün olurdu. Bazen de yolcuk esnasında tesadüfen! Kapı açık tutulur, kokpite yakın ve bilhassa koridorda oturanların pilotluk mesleğini daha bir taktir etmeleri sağlanırdı.
Dedim ya her şey kolaydı diye;
yetmişlerde fotoğraftaki bu küçük oğlan gibi tek başına uçağa binebilir,
uçaktan inebilir ve koşabilirdin. Ama ortama uygun şıklık esastı elbette. Şimdilerde çocuklar ancak boyunlarına
asılı, – UM, “Unaccompanied Minor” yazılı
bir zarf içinde muhtelif belgelerle ve görevli insan nezaretinde, hiçbir şeyin
kokusunu, gürültüsünü duymadan, bir tüpten ötekine gezdirilerek seyahat
edebiliyorlar. Ne kayıp…
Herkes için güzeldi yetmişlerde uçak
yolculuğu.
BvP
BvP
………………….
[*] Başarılı başarılı bir tasarıma
sahip 1965’den üretim durana kadar bine yakın üretilmiş bu jetler Türk Hava
Yollarında 1967’de hizmete girdi. Nedense herkes “Disinayn” derdi (mesela, aynı
dönemde envanterde olan Boeing 707’lere “sevın’o’sevın” değil, “yediyüzyedi” denirdi). Daha sonra alınan
Boeing 727’lere nisbetle oldukça ufak, iki motorlu tek koridorlu bu uçaklar iç hatlarda ve yakın dış hatlarda
çok uzun süre kullanıldılar. Aynı
başarıyı Mc Donnell Douglas DC10’da maalesef gösteremedi ve 981 sefer sayılı
uçuşunda, TC-JAV Mart 1974’de Paris yakınlarında 345 kişi ile düştü. Kurtulan
olmadı.