8 Mayıs 2013 Çarşamba

Disi Nayn


1970 veya 1971’de İstanbul’dan Ankara’ya
McDonnell Douglas  DC(Douglas Commercial)-9  ile yolculuk. [*] 

Yetmişlerin başlarında (sanırım 76’ya kadar) Türk Hava Yolları Uçaklarının bir bölümü pencere hizası boyunca devam eden tek, kalın kırmızı bir bantla uçtu. Aynı bant kuyrukta da tekrarlanıyordu. Klasik, “pijamalı” tabir edilen boyama biçimine  kıyasla daha sade ve modern görünen bu tarz fazla tutulmadı. Bir süre iki tür boyama şekli bir arada kullanıldı ve sonra yok oldular.  Fotoğrafta sadece kuyruğu görünen İki turboprop motorlu Fokker F27 “pijamalı”  mesela. Ben de bu boyamayı çok severdim.

O yıllarda uçakla seyahat gerçekten ciddi önemli ve fiyakalı bir hikayeydi. THY Bilet satış büroları kentlerin merkezi ve pahalı yerlerinde, son derece şık döşenmiş yerler olurdu. Örneğin, İstanbul’da Taksim’de Taksim Gezisinin altındaki belediye dükkanlarında, İzmir’de ise  Efes Oteli  altında. Bu bürolara gider, güzel ve çekici genç bir kadının karşısına otururdun(ya da yeni yetme azgınlığı ile bana öyle gelirdi. Aynı şekilde,  Taksim’de Ceylan Apartmanının altındaki Akbank Şubesinde alçak masalarda mini etekleri ve  apartman topuklu çizmeleri ile oturan ablalar da pek fenaydılar!)

Kısa kenarından açılan ve küçük bir defteri andıran biletlere soyadın adından önce yazılır, en önde de Mr. veya Mrs. olurdu. Basılı bu ünvanlardan gerekmeyen çizilir, diğer bilgilerin de doldurulması epey uzun sürerdi.   Kendinden kopyalı, hem Türkçe hem İngilizce açıklamaları olan, bir kısmı kırmızı veya mavi incecik ve parlak kaliteli kağıda basılmış bu küçük defterler o yıllarda otobüs yazıhanelerinin verdiği skindirik biletlerle kıyaslandığında muazzam şeylerdi. Al, çerçevelet, duvarına as.  O kadar yani!  Şimdilerde de soyadı önce yazılıyor, Mrs , Mrs.,Inf. filan var  ama, kulak asma, eski tadı yok… Çoğu zaman internetten alınan biletleri döktürmek bile gerekmiyor şimdilerde. 

Sonraları Varan, Ulusoy gibi otobüs şirketleri de  benzeri bilet modelini uyguladılar. Birkaç sayfalı ve kolayca yırtılabilen bu biletlerin iç yaprakları yolculuk sırasında alınıyor, esas bilet yolcuda kalıyordu Her iki şirketinki de o dönemin uçak biletleri gibi maviydi. Ama THY bilet rengi konusunda kararlı bir tutum sergilemiyordu sanki.  Dönem dönem yeşil ve kırmızı biletler de gördüğümü hatırlıyorum. Oysa, otobüs biletlerinin rengi şirketlerin ana renkleri ile uyumluydu).

Türk Hava Yolları Biletleri
1960 - 70'ler 
Havada yolculuk o kadar pahalıydı ki ancak çok ama çok önemli, acil bir iş durumunda veya çok uzak bir yere seyahat edilecekse uçak tercih edilirdi. Üstelik işin acil olsa bile, sefer saati sana uygun olacak, şehirden kalkıp, alana gideceksin… Bunlar çok uzun işlerdi (Yetmişlerde İstanbul’da trafiğin tıkanmadığını, bir yerden bir yere çabucak gidildiğini düşünecek kadar saf olmadığınızı düşünüyorum). Ancak Ankara ile  İstanbul arasında düzenli ve nispeten sık sefer olur, gerçekten çok acil işler için bu aracı kullanmak anlamlı olurdu. Örneğin hafta içi  Ankara’ya günübirliğine gidip dönmek mümkündü. Bu seyahati bir şekilde yapabilenler, veya yapmış olanlar için “Sabah gittim, akşam döndüm”,“Öğleden sonra bakanlıkta işim var, ama akşama döneceğim” türü cümleler kurmaktan gizli bir gurur duyulan şeylerdi. Üstelik, doğruya doğru; uçakla seyahat ciddi bir statü ve önem göstergesiydi. 
Uçak yolcusuna öyle öküz gibi davranılmaz, bileti kesen afet-i devrandan, havaalanı bankosundaki görevliye kadar herkes son derece nazik olurdu. Kalkış saati ile ilgili bilgiler ve uçağa davet şimdilerdeki gibi bilgisayarın ardı ardına farklı vurgu ve tonlama ile bir ara getirdiği tuhaf bir şekilde yapılmazdı. Çok güzel Türkçe konuşan bir kadın sesi  tarafından “uçağa teşrifleriniz rica olunur” du. Aynı hanımefendi anonsu İngilizce de tekrarlardı. Her şey dingin ve soylu bir ağırbaşlılıkla gelişir, çantanı ve -mevsimine göre- elinde giysi olarak ne bok varsa – onu alır, kapıya giderdin.

Esenboğa'yı çok daha güzel bulurdum. Üst katta bekler, sonra piste bakan geniş salonun ortalarında majestik bir merdivenden uçağı beklediğin alt salona inerdin (galiba burada 80’lerden itibaren  polis kontrolü başladı). Etraf pırıl pırıl cilalı  travertendi. Koltuklar üzerinde kıvrılmış, ağızları açık halde ve ayakkabısız uyuyanlar, elinde plastik ibrikle uçağa binmeyi bekleyenler olmazdı. Kapıdan geçerken üzerinde kocaman “boarding”  yazan pastel renkli biniş kartlarını delikli yerinden yırtan görevli küçük parçayı sana verirdi. Koltuk numaraları matbaa baskısı bu kartların üzerine uçuş numarası ve kapı lastik stampa ile basılırdı!

“Disinayn”lara genellikle kuyruğun altındaki arka girişten,  iki motorun arasından geçerek binilirdi.  Bu çok dar merdivenden çıkıp kabine girmek, boşta çalıştırılan motorların ve yardımcı güç ünitesinin uğultusu ile yanmış kerosen  kokuları arasından geçilerek vuku bulan  eğlenceli bir ameliyeydi. Hava ne kadar soğuk olursa olsun tuhaf bir sıcaklık olurdu bu alanda. Hep motorların bu kokusunu keyfini çıkararak içime çekmek, onlara uzun uzun bakmak isterdim. Egzozlardan çıkan sıcak hava görüntüyü bozar ve hareketlendirirdi. Ama arkadan gelenleri bekletmek olmaz, istemeyerek de olsa çarçabuk çıkmak gerekirdi merdivenleri.
Hafif bir enstrümantal müzik çalan kabinde (uçağın kalkışından önce ve iniş sonrasında yolcular uçağı terk edene dek çalınan bu müzik parçalarına “d-c-nine music” dendiğini yıllar sonra öğrenecektim. Aynı şekilde asansör versiyonunun da “elevator music” olduğunu). Koltuklar ve koltuk araları epey genişti. Şimdilerde bu koltuklar ve araları öylesine dar ki, kanatlı at havacılık şirketi kalkıştan önce gösterdiği yolcu uçuş emniyeti filminde kabin büyük ve geniş görünsün diye çocukları kullanıyor! Yanlış hatırlıyor olabilirim ama, sanki 70'lerde kabin renkleri dönemin modasına uygun olarak oldukça parlak ve canlıydı. Aynı sırada portakal rengi, yeşil ve kırmızı koltuklar gördüğümü hatırlıyorum. 

Hostesler güzel, mini etekli, “kaptan” amcalar uzun favorili, bıyıklı, pek babacan ve -muhtemelen- pek zamparaydılar. Yaygın bir şehir efsanesi veya annemin uydurması hep “burunlarının ucunu göremeyecek kadar sarhoş” olduklarıydı. Yıllar sonra çeşitli vesilelerle bir çok sivil pilot tanıdım. Zamparalık konusunda fikir beyan etmesen daha iyi ama sarhoş uçan pilot motifi filan… Yok öyle bir saçmalık. Neyse;  uçaktan ayrılırken eğer ön kapı kullanılıyorsa, kokpit kapısı da hafifçe açık olur oradaki bin bir türlü acayip alet edavata göz atmak mümkün olurdu. Bazen de yolcuk esnasında tesadüfen!  Kapı açık tutulur,  kokpite yakın ve bilhassa koridorda oturanların pilotluk mesleğini daha bir taktir etmeleri sağlanırdı.

Dedim ya her şey kolaydı diye; yetmişlerde fotoğraftaki bu küçük oğlan gibi tek başına uçağa binebilir, uçaktan inebilir ve koşabilirdin. Ama ortama uygun şıklık esastı elbette.  Şimdilerde çocuklar ancak boyunlarına asılı, – UM, “Unaccompanied Minor”  yazılı bir zarf içinde muhtelif belgelerle ve görevli insan nezaretinde, hiçbir şeyin kokusunu, gürültüsünü duymadan,  bir tüpten ötekine gezdirilerek seyahat edebiliyorlar. Ne kayıp…

Herkes için güzeldi yetmişlerde uçak yolculuğu.

BvP
………………….


[*] Başarılı  başarılı bir tasarıma sahip 1965’den üretim durana kadar bine yakın üretilmiş bu jetler Türk Hava Yollarında 1967’de hizmete girdi. Nedense herkes “Disinayn” derdi (mesela, aynı dönemde envanterde olan Boeing 707’lere “sevın’o’sevın” değil,  “yediyüzyedi” denirdi). Daha sonra alınan Boeing 727’lere nisbetle oldukça ufak,  iki motorlu tek koridorlu  bu uçaklar iç hatlarda ve yakın dış hatlarda çok  uzun süre kullanıldılar. Aynı başarıyı Mc Donnell Douglas DC10’da maalesef gösteremedi ve 981 sefer sayılı uçuşunda, TC-JAV Mart 1974’de Paris yakınlarında 345 kişi ile düştü. Kurtulan olmadı. 

5 Mayıs 2013 Pazar

Ebedi Hatıra





Kilise Nikahı Sonrası Yeni Evli Çift ve Yakın Akrabalar. Haziran 1949

Maalesef, kapının üzerindeki Ermenice yazılar ve merdivenlerden –en azından benim için-  törenin düzenlendiği kiliseyi saptamak olası değil. Olasılıkla düğün sahipleri tarafından çekilen bu fotoğrafı 8,5x6 gibi mütevazi (ucuz) boyutlarla bastırmak için Beyoğlu Aznavur Pasajı 16 numaradaki "Foto Aras” tercih edilmiş. Bu tercihin bir tür hemşerilik dürtüsüyle mi, ailenin oturduğu mahalleye,  törenin yapıldığı kiliseye yakın oluş nedeniyle mi belirlendiği meçhul. Belki de hepsinden biraz. Civardaki içkili lokantada şef veya Tarlabaşı’na inen sokaklardan birinde esnaf damat işten çıktıktan sonra uğrayıp kolayca almıştır.

Bayan Mari “ebedi bir hatıra” olarak nitelediği fotoğrafı çok sevgili arkadaşına; muhtemelen yeni soyadını kullanarak, sabit kurşunkalemle imzalamış  düzgünce el yazısı iş soyadına gelince, bir parça tökezliyor ve okunaksızlaşıyor. Yeni, üzerinde çok çalışıl(a)mamış, boyu zihinde henüz yer etmemiş imzanın nerede biteceği tam hesaplanamadığından uca doğru sıkışmış.

Arkada, sol başta yakasında çiçeği, güzel takım elbisesi ile “esas duruş gösteren” yaşlıca bey gelinin babası olmalı. Bir parça yalnız, ufka bakıyor. Hemen yanındaki  büyük bir ilgiyle o ufkun kendine ait kırk beş derecelik başka bir parçasını tarayan kısa saçları maşa ile kıvrılı kadın da yanlız. Yüzlerine dik vuran erken yaz güneşiyle çatılan kaşların, sert kısa gölgelerin sertleştirdiği göz çukurları ile akrabalıkları tescilli damat ve arkasındaki ağabey ise ciddiyetle, düpedüz  bakıyorlar objektife. Her ikisinin de yüzlerindeki ciddi ifade damadın yüzündeki belli belirsiz gülümse ile bir parça kırılıyor. Ayrı şekilde Mari’de hafifçe gülümsüyor (sanki). Halbuki zarif yüzüne ifade katan kaşları, iri gözleri, düzgün çenesi ve hafifçe çıkık alt dudağı ile bu eni konu güzel kadın; hafifçe kırarak gövdesine yaklaştırıp koluna yatırdığı gelin çiçeği, eldivenleri, fark edilebilir büyüklükteki  tek taşlı yüzüğü ile daha mutlu olmalıydı. Damat ve babanın yakalarına ilişik çiçekler (görünmüyor ama, mutlaka ağabeyde de var), yapılı saçları ve tuvaletleri içinde küçük nedimeler de dahil hiçbir şey de en ufak bir kusur yok.
Bu küçücük fotoğraftaki mütevazi ama yol yordam bilen, çok uzun süredir kentli bir yaşam sürdürdükleri belli insanlardan yayılan sıkıntının tek nedeninin öğleye doğru şiddetini artıran güneş, rahatsız giysiler ve acıkan karınlar olduğunu düşünmek hoşuma gidiyor. Belki de herkes bir an önce Boğaz kıyısında, günler öncesinde yer ayırtılmış lokantada, suyun hemen yanında hazırlanmış üzeri lezzetli yiyeceklerle dolu o masaya oturmak, bir parça rahatlamak istediği için böyle. Gelinin babası (Bay Yetvart?)  ve yeni akrabalar ceketlerini çıkartıp kravatlarını hafifçe gevşetecekler, Bayan Mari ve eltisi (hani o, arkada en solda, boynunda iki sıra kısa inci kolyesi ve iri küpeleri ile dikkati çeken endamlı) masanın altında ayakkabılarının üstüne zarifçe basacaklar, yemeğin sonunda doğru göbek atmak için tekrar giymeye çalıştıklarında şişmiş ayakları daha çok acıyacak. Ama şimdi olduklarından daha mutlu olacaklar.

Yaşadığım kentin bir zamanlar sahibi olduğu  elli civarındaki kiliseden, okullardan, yetimhane ve hastanelerinden, buraya zenginlik katan canlı hayatından geriye kalanın kırık dökük, varlıkları ile onları doldurmaya çalışanların da, bir grup yalnız insan olduğunu bilmek içimi burkuyor.“Dini bayramlarda filan hep birbirimize gider gelirdik”, “hepimiz Hrant’ız” ikiyüzlülüğünü sürdürmekteki inadımız da…

3 Mayıs 2013 Cuma

Ulf Viking



Bilinmeyen Bir Hava Alanında Açık Havada Uçağın Kalkmasını Bekleyenler 

Zemin, rüzgardan uçmasın diye mandallarla tutturulmuş kareli örtüler  ahşap kahve iskemleleri ve arkası görünen koltuk bir çay bahçesi havasında olsa da, şimdinin “lounge” lerinin arketipi belki de. Sandalyedeki çanta ve saplarından aynı olduğu sezilen diğerinin üzerinde maalesef bir amblem, yazı vs yok. Oysa ellilerde hava yolu şirketlerinin dağıttığı el çantalarına benziyorlar. Arkada, bekleme alanına çok yakın park etmiş uçak sanki yolcularının bekliyor gibi. Fotoğrafta boyama biçimi ve çağrı kodu net olarak görünüyor. “DDL” Danimarka Hava Yollarına ait OY-DCU çağrı kodlu, C47 askeri nakliye uçağından çevrilmiş  DC-3 bu.  "Adı Ulf Viking" Danimarkalı “DDL” rakipleri  İsveçli SILA ve Norveçli “DNL” ile 1948 yılında birleşip “SAS”,  Scandinavian Air Systems  adını alıyorlar. Gördüğümüz bu tarihten sonra kullanılan boyama biçimi.  Ulf Viking 1957’ye kadar kullanıldıktan sonra  satılıyor ve nihayet 1996’da Kenya’da kırıma uğrayıp, bir hava aracı olarak ömrünü tamamlıyor! Fotoğraf bu yüzden 1948 ile 1957 arasında bir tarihte çekilmiş olmalı.

O yılların hava yolu şirketlerini ve uçtukları yerleri osuruktan sanan cidden yanılır. 1946 gibi bir tarihte bile İskandinav Hava Yolları ile Cenevre’den Buenos Aires’e gitmek mümkün. Gidiş dönüş 5.688  İsviçre Frangı ödemeyi göze almanız şartıyla elbette… SAS’ın 1948 tarifesine göre Stokholm’den   Şam’a veya İstanbul’a da  direkt uçulabiliyor.  (Stokholm- Şam yolcuları çok ayrı, detaylı ve eğlenceli bir yazı konusu olabilir).

Keza, 1 Mayıs 1949 tarihli tarifeye göre İstanbul’dan, - Münih aktarmalı maalesef- Ştutgart’a da 202 Amerikan Dolarına gidebiliyorsunuz. Tek yapacağınız Sirkeci’deki Antalya Han’a uğrayıp SAS bürosundan biletinizi almak. Sonra “Sirkeci civarı 170” numaradan kalkan otobüsle Yeşilköy’e gideceksiniz. Fakat kırkların sonu, ellilerin başında İstanbul’a DC-3 ile yapılan bir sefer yok maalesef. Tüm uçuşlarda uçak tipi olarak “DC-6” gösteriliyor. Bu fotoğraf  bir “evropa” seyahati anısı olabilir mi? Belki de öyledir kim bilir? 



BvP