Kilise Nikahı Sonrası Yeni Evli Çift ve Yakın Akrabalar. Haziran 1949 |
Maalesef, kapının üzerindeki Ermenice yazılar
ve merdivenlerden –en azından benim için- törenin düzenlendiği kiliseyi saptamak olası
değil. Olasılıkla düğün sahipleri tarafından çekilen bu fotoğrafı 8,5x6 gibi
mütevazi (ucuz) boyutlarla bastırmak için Beyoğlu Aznavur Pasajı 16 numaradaki
"Foto Aras” tercih edilmiş. Bu tercihin bir tür hemşerilik dürtüsüyle mi,
ailenin oturduğu mahalleye, törenin
yapıldığı kiliseye yakın oluş nedeniyle mi belirlendiği meçhul. Belki de hepsinden
biraz. Civardaki içkili lokantada şef veya Tarlabaşı’na inen sokaklardan
birinde esnaf damat işten çıktıktan sonra uğrayıp kolayca almıştır.
Bayan Mari “ebedi bir hatıra”
olarak nitelediği fotoğrafı çok sevgili arkadaşına; muhtemelen yeni soyadını
kullanarak, sabit kurşunkalemle imzalamış
düzgünce el yazısı iş soyadına gelince, bir parça tökezliyor ve
okunaksızlaşıyor. Yeni, üzerinde çok çalışıl(a)mamış, boyu zihinde henüz yer
etmemiş imzanın nerede biteceği tam hesaplanamadığından uca doğru sıkışmış.
Arkada, sol başta yakasında
çiçeği, güzel takım elbisesi ile “esas duruş gösteren” yaşlıca bey gelinin
babası olmalı. Bir parça yalnız, ufka bakıyor. Hemen yanındaki büyük bir ilgiyle o ufkun kendine ait kırk
beş derecelik başka bir parçasını tarayan kısa saçları maşa ile kıvrılı kadın
da yanlız. Yüzlerine dik vuran erken yaz güneşiyle çatılan kaşların, sert kısa
gölgelerin sertleştirdiği göz çukurları ile akrabalıkları tescilli damat ve arkasındaki
ağabey ise ciddiyetle, düpedüz bakıyorlar objektife. Her ikisinin de
yüzlerindeki ciddi ifade damadın yüzündeki belli belirsiz gülümse ile bir parça
kırılıyor. Ayrı şekilde Mari’de hafifçe gülümsüyor (sanki). Halbuki zarif
yüzüne ifade katan kaşları, iri gözleri, düzgün çenesi ve hafifçe çıkık alt dudağı
ile bu eni konu güzel kadın; hafifçe kırarak gövdesine yaklaştırıp koluna
yatırdığı gelin çiçeği, eldivenleri, fark edilebilir büyüklükteki tek taşlı yüzüğü ile daha mutlu olmalıydı.
Damat ve babanın yakalarına ilişik çiçekler (görünmüyor ama, mutlaka ağabeyde
de var), yapılı saçları ve tuvaletleri içinde küçük nedimeler de dahil hiçbir
şey de en ufak bir kusur yok.
Bu küçücük fotoğraftaki mütevazi ama yol yordam
bilen, çok uzun süredir kentli bir yaşam sürdürdükleri belli insanlardan
yayılan sıkıntının tek nedeninin öğleye doğru şiddetini artıran güneş, rahatsız
giysiler ve acıkan karınlar olduğunu düşünmek hoşuma gidiyor. Belki de herkes
bir an önce Boğaz kıyısında, günler öncesinde yer ayırtılmış lokantada, suyun
hemen yanında hazırlanmış üzeri lezzetli yiyeceklerle dolu o masaya oturmak, bir
parça rahatlamak istediği için böyle. Gelinin babası (Bay Yetvart?) ve yeni akrabalar ceketlerini çıkartıp
kravatlarını hafifçe gevşetecekler, Bayan Mari ve eltisi (hani o, arkada en
solda, boynunda iki sıra kısa inci kolyesi ve iri küpeleri ile dikkati çeken
endamlı) masanın altında ayakkabılarının üstüne zarifçe basacaklar, yemeğin
sonunda doğru göbek atmak için tekrar giymeye çalıştıklarında şişmiş ayakları
daha çok acıyacak. Ama şimdi olduklarından daha mutlu olacaklar.
Yaşadığım kentin bir zamanlar
sahibi olduğu elli civarındaki kiliseden,
okullardan, yetimhane ve hastanelerinden, buraya zenginlik katan canlı hayatından
geriye kalanın kırık dökük, varlıkları ile onları doldurmaya çalışanların da, bir
grup yalnız insan olduğunu bilmek içimi burkuyor.“Dini bayramlarda filan hep
birbirimize gider gelirdik”, “hepimiz Hrant’ız” ikiyüzlülüğünü sürdürmekteki
inadımız da…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder