30 Kasım 2012 Cuma

Taksim Anıtı

 
Cumhuriyet sonrası kentsel değişimin önemli simgelerinden Taksim meydanı ve onun odağı anıt, yapıldığı günden beri İstanbul’un kolektif belleğinin önemli bir parçası. Kamu ve bireye ait olayların merkezindeki her simge gibi  o da değişmez şekilde, çok uzun sürelerde tekrarlanarak kullanılıyor.
Elimizde “bu tekrarın en basit ve kayıt edilmiş hali” olarak adlandırılabilecek bir dizi fotoğraf var.  Sıradanlığın en düz halleri ve hiç biri doğal değil. Anıt önünde hareketsizce durulanı da var,   Mis Sokaklı Fotoğrafçıların icadı, “yürüyormuş gibi” mizansenlisi de. Aradan bunca yıl geçtikten sonra sevimli ve anlamlı geliyorlar. Ama hayır, çoğunda anlam göremiyorum. İlginçlikleri bir taraftan arka plana aldıkları anıtsa, diğeri de bu kadar sıradan oluşları  galiba.  Bence serinin en ilginci “Ağabeyim Danyal ve Biz”. Yalnızca onda simge ve anlamlar okuyabiliyorum. Ağabeyin ortama yabancı ama eğreti olmayan duruşu, Kentin kendisine sunduğu olanakları değerlendirip (dolma kalemle, doğru imla – özel ismin büyük harfle yazılması- doğru yazılı “ağabey” kelimesi)  başarıya ulaşmış kardeş. Konumunu bilir ama birlikte başarmışlığın gururuyla fotoğrafta yer alan mutlu eş. Tüm bunları görebilmek mümkün.
Mis Sokak ile ilgili de birkaç söz: Anlaşılan anıt çevresinde saf tutan “şipşakçı” lar çektikleri fotoğrafları Beyoğlu’nun girişindeki sokaklarda kurulu stüdyolarda bastırıp sahiplerine veriyorlardı. Hemen hepsinin arkasında kaşeleri var. “Foto Amber” 14, “Foto Vasıf” 11, Bay M. Ardıç’a ait, ama kaşeden adını okuyamadığımız stüdyo ise  Mis Sokak 9 numarada hizmet veriyor.  Listenin dışındaki tek fotoğraf Danyal’ın kardeşinin tercihi olan Bekar Sokak 11 numaradaki “Foto Gülen”.  Gerçekten de, bu gün hala İstiklal Caddesine açılan bu  meydana yakın sokaklarda az da olsa fotoğraf stüdyolarına rastlamak olası.
BvP




Şehirlerin birer apartman dairesi olduğunu farz edersek, meydanlar bu apartman dairelerinin misafir odalarıdır. Önemli günler ve haftalar süresince, tören ve kutlamalara hazır, anıt önleri çelenk ve vatandaş tarafından birkaç saat sonrasında yerinden tutam tutam sökülecek çeşitli çiçek aranjmanlarının bırakılmasına uygun, gerekirse trafiğe ve günlük telaşa kapalı vaziyette, temiz tutulmalıdır. Fakat, öyle ya, misafirin kimi türlüsü davet beklemez, aniden patavatsızca uğrayıverir. Üstelik bazen bir de içlerinde bulundukları anı eğri büğrü kadrajlarla sonsuza dek dondurmakta ısrarcı davranırlar.
Bu tür fotoğraflarda, asıl mesele fondaki anıt, meydan, açıklık, bahçe, kurum, bina değil de, önündeki kişinin o şeyle ilişkisini zamana karşı tasdik ettirmesidir. “Ben unutsam da, sen bana unutturma” demektedir fotoğrafı çektirmek isteyen, fotoğrafına. Odağın dışında kalmış bir detay haline gelen mekân, kötü profiliyle arkada süresiz belirmeye mahkûm, poz vermesini zaten beklemeyen bir objektifin önünde kasılıp öylece kalakalır.    
Elmira

Taksim Anıtı Önünde Çocuklar, Ekim 1930
Serideki en eski ve baskıkalitesi göz önünde bulundurulunca, muhtemelen bir amatör tarafından çekilip basılmış tek örnek. Arkasında kaşe, baskı numarası vs yok. Dolmakalemle yazılmış “Taksim abidesi önünde 27/XI/930 Perşembe” yazısı okunuyor.
10-11 ve 7-8 yaşlarındaki iki çocuğun görüntüsünün Anıtı engellememesine özellikle dikkat edilmiş gibi. Anıtın 1928’de açıldığını ve çok kısa bir zaman geçmiş olduğunu düşünürsek aslında oldukça doğal bir dürtü bu. Sadece, iki yandaki çeşmelerin parçası olarak tasarlanan ama inşaat sırasında bu işlevleri iptal edilen zemin hizasındaki yalaklardan birini tam göremiyoruz. Arkada kameraya bakan bir kadın ve çocuk görünüyor. Anıtın arkasında, solda ise (Taksim gezisinin sağında, bu gün Anıtla Atatürk Kültür Merkezi arasındaki açıklıkta) döneme ait fotoğrafların çoğunda topçu kışlası ile birlikte görünen büyücek bir yapı var.Beyaz renkte yay biçimli, alana sınır oluşturan ve dönemin modern mimarlık anlayışına göre yapılmışa benzeyen bu bina hakkında maalesef bilgim yok.

BvP

Taksim Anıtı Önünde Genç Erkek - Öğrenci?, 1950'ler
 
Taksim Anıtı Önünde Subaylar, 1950'ler
Taksim Anıtı Önünde Genç Kadınlar, Mart 1952

1950’lerde çekilen fotoğrafların çoğunda rastladığımız; gülen mutlu insanlar ve her nasılsa hep şık, zarif kadınlar.
Kısa ceketin kumaşı ,oturuşu usta bir terzinin elinden çıktığını gösteriyor. Çanta, beyaz çerçeveli güneş gözlükleri, güderi eldivenler o yılların İstanbul’unda ulaşılması zor ve çok rafine aksesuarlar. Tünelde bir butikten, belki bir Avrupa seyahatinden alınmış. Ancak her nereden alınmışsa;  uyumla bir araya getirilmiş, yakıştırılmış.
Perapalas’ta çaya, belki Rejans’ta yemeğe gidilmiş, yada Taksim belediye gazinosuna gidilecek. Demokrat parti iktidarının ilk yılları, savaşın sona ermesinin getirdiği psikolojik bir rahatlama,evet ülke belki genel olarak çok ta refah içinde değil ama, ne zaman oldu ki? İnsanlar bir şekilde mutlu, yüzler gülüyor.  İktidar tarafından pompalanan Amerikan tarzı  gündelik hayatı etkiliyor, hafta sonları çaylara, dans partilerine gitmek moda. Üç sene sonra Hilton’da bin bir tantanayla Elmadağ’da açılacak…
 
Bu arada Türkiye  yavaşça  80’lerin ortalarında sürecini tamamlayacağı, köklerini tümden sarsacak derin bir sosyal, kültürel çöküntüyle sonuçlanacak yolculuğuna hazırlanıyor. Taksim’in ortasındaki Cumhuriyet anıtı da bulunduğu yerden 6-7 eylül olaylarını, kanlı bir mayısları, askeri darbeleri seyretmeyi, yakın tarihimize sessizce tanıklık etmeyi bekliyor.

Batur

 

Taksim Anıtı Önünde, Ağabeyim Danyal ve Biz, 1957
Önder Şenyapılı’nın 60 ve70’lerin kentlileşememe sürecini anlatan bir kitabı var. “Kentleşemeyen Ülke, Kentlileşen  Köylüler”. Bu resme her bakışımda ise 40’lar ve 50’lerin kentleşebilen ve bundan gurur duyan  köylüsünü görüyorum.  Endüstrileşememiş; kentli işçi sınıfı, ticaret burjuvazisi yetersiz ve o açığı göçle kapamaya çalışan her ülke gibi, bizim kentli nüfusun da “köyü” ile ilişkisi henüz çok taze ve bu ilişki doğal olarak  ne kent ne de bireyler açısından her zaman mutlu ve uyumlu değil.
Fakat bu fotoğrafın çekildiği dönemlerde kent ve köy arasındaki geçirgenliğin daha  fazla olduğu anlaşılıyor. Kente geliş,  oyuncusunu bekleyen rollerden uygun olana çarçabuk uyum sonraki yıllara kıyasla  daha kolay olmuşa benziyor. Sözünü ettiğim o yakınlık kentin sakini olmayı tercih edenleri kendi aurası içinde yoğurma, şekillendirme gücünü de arttırmış olmalı. Köy, taşra ve büyük kentin yukarıya doğru geçirgenliği yükselişin aktörlerine halen fayda, haz ve gurur sunabiliyor. Ben de bu gururu -belki bir pazar öğleden sonrasında- “ağabeyim Danyal”a kenti gezdirişte okuyabiliyorum.
 
BvP

Bu fotoğrafa bakılırsa; kentli olmaktan gurur duyan köylüden, kenti köye çevirmekten gurur duyan köylüye geçişe daha çok var.
 
Batur
 
 
 
 

26 Kasım 2012 Pazartesi

Gelin olmuş gidiyorsun / Sekiz Ağustos Dokuz Yüz Otuz Altı





Dokuz yüz otuz altı senesi ağustos ayının sekizinci günü.  Evin asmalar, çiçeklerle dolu güzel  bahçesinde  yakın çevresi ile gelin ve damat.
 
Evin küçük kızları olan ikizlerden hiç olmazsa bir tanesinin kendine uygun kısmet bulması ev ahalisini şenlendirmiş, bu babasız ailenin erkeksiz kalabalığı yıkık dökük konağın arka bahçesinde bir köşeye koydukları küçük halının etrafında, iki sandalye üstüne oturmuş gelin ile damadın etrafına toplanmışlar. Ortadan ayrılmış briyantinli saçları, parlayan boyalı pabuçları ve uygunsuz bir neşeyle yaprakları saçılmış yaka çiçeği ile damat, belli belirsiz yumuşak bir ifadeyle kameraya bakıyor. Gelinin evliliğe hevesi, damadın üstüne bastırdığı sağ kolundan belli; belki de aileden çekindiğinden müstakbel kocasının elini tutamamış, koluna girememiş.  Zıpır mizacına uygun şekilde duvağının süslü bandı başında eğri vaziyette. Kardeşleri gibi dudaklarına koyu kırmızı, vişneçürüğü rengi bir ruj sürmüş bu küçük kadın, sırada dizleri üstünde oturmuş kız çocuğunu saymazsak fotoğrafta dişleri görünerek gülümseyen tek kişi. Küçük, kibar yüzüne yayılmış ince dudaklarının gülümsemesi, onu olduğundan daha çocuksu gösteriyor.

Fotoğrafın sol baş tarafında kalan ikiz kız kardeşi başını hafifçe öne eğmiş; kardeşininkinin tıpatıp aynısı dudaklarının iki köşesinde muzip bir gülümsemenin hemen öncesinde görülecek bir yukarı kıvrılış. Adeta sırtını döndüğü ve böylece kompozisyondan ayrıldığı için fotoğrafa sonradan yapılmış bir ilave gibi duracağı pozunda, büyük ablası ve eniştesi arkasında kalmış. Bu durum giysisiyle ilgili şu gözlemi daha kolay görünür kılıyor: Evli ablanın belki de güzel bir mağazadan satın alınmış parlak kumaştan elbisesinin basit bir versiyonu onun için evde dikilmiş. Yakanın işlemesi, ablasının omuzlarını açıkta bırakan kol modelinin özeni onunkinde görülmüyor; mat kumaş üzerine kolları kelepçelemiş, yakası büzüş büzüş bir elbise onunki.  Yalnız, ablasından daha gösterişli durmuş olsa da, herhalde ablasının kayınvalidesi tersini düşünüyor ki karşı köşedeki gelinini süzerken poz vermeyi unutmuş.

Elmira.



Genellikle  düğün fotoğraflarının  odağında  kovandaki kraliçe arı görkemi ile  gelin olur. Günün önemi saçına, makyajına giydiğine yansır, bu kadar özen gösterilen her kadının çok güzel olduğunu, hiç olmazsa görüneceğini biliriz. Bazen de bu rol ister istemez başkaları tarafından çalınır, çalınması kaçınılmaz olur. İşte bu da öyle bir fotoğraf. Çizgili smokin pantolonu, yakasında çiçeği ile  yakışıklı damat  ile  sevimli ve zarif gelin, (ancak “sevimli” sıfatı aklıma geliyor nedense) maalesef sol başta  keskin bakışları ve  çapraz bantların çekici hatlarını vurguladığı  şık elbisesi içindeki genç kızın güzelliği karşısında  -belki de hak etmedikleri ölçüde- sönükleşiyorlar.  Bu kız gelin’in iki kardeşinden küçük olanı galiba. Kaş ve dudak benzerliklerine bakarak, büyük ablanın da kocasının yanında,  soldan üçüncü olduğunu düşünüyorum. Küçüğün kol ve boyundaki süslemelerin aynısı onun üzerinde de var. Gelinin en yakınları oldukları için de çok daha özenli ve gösterişli elbiseler içerisindeler.
Belki evin kolayca görülebilen ve bahse değer  ince çıtalardan yapılmış giyotin kafeslerinden, küçükler düşmesin diye yan duvarına ağ gerili  havuz ve  yere serili güzel halıdan da söz etmek gerekli ama ben de gözlerimi şu sol baştaki parlak ışıktan  alamıyorum bir türlü!
BvP

 
 

21 Kasım 2012 Çarşamba

Samuel Beckett İstanbul'da veya Karizma

Yeni Evli Çift ve Yakınları Düğün Yemeğinde Aile Büyüğü İle, 1950'ler. 

Bu fotoğrafı Elmira’ya “Samuel Beckett İstanbul’da”  diye etiketleyip göndermiştim. Fakat şimdi bakıyorum da, daha fazlası var. Bu günün üzerinde çok çalışılan, her anı her dokunuşu, hesaplı kitaplı  “karizma”sı, “imaj”ı epey  cüce ve çapsız, şu sandalyede sakince oturanın karşısında. Büyük ihtimalle böyle bir kavramdan haberi bile yok.   Geriye doğru taralı saçları, iyi dikilmiş kruvaze takım elbisesi ile saygı duyulan büyük rolü rahatça oturuyor üzerine. Bele sokulu kravatı ayakta iken ilikli durması gerekli  kruvaze cekete bağlıyorum.  
Çocuksu yüzüne iliştirili ince bıyığı,  birbirine yakın gözleriyle ilkokul müsameresinde yetişkin rolüne çıkmışı andıran damat bir parça sönük kalıyor kaşları ve üst dudak yapılarından akraba – baba, oğul?- oldukları kolayca anlaşılan bu iki etkileyici erkeğin yanında. Ayakta duranın şık smokini,  ailenin çok yakını, düğün gecesinin  önemli rollerinden birinin sahibi olduğunu düşündürüyor. Belki de gelinin ablasının kocası. O da “Kayınço”su olan genç bir adam artık.
BvP
 

15 Kasım 2012 Perşembe

Otobüs Hikayeleri I



Yetmişlerde İskenderun’da yaşayan anneannem ve onun, bir gözünün cam oluşu yüzünden  aile arasında tatsız bir acımasızlıkla “yarımporsiyon”  olarak adlandırılan kocası senede bir kere uzun bir otobüs yolculuğu ile bize gelirlerdi. Bu ziyaretleri , özellikle “yarımporsiyon”un gelişini iple çekerdim. Türkiye’nin o yıllarında otobüs yolculukları bile önemli olaylardan-dı. Anneannem yakasız, ince merserize kazağı, yarımporsiyon  kusursuz ütülü bembeyaz gömleği ve takım elbisesi ile otobüsten iner, onlara  bir sürü  düğme ile ilikli – elbette -  bembeyaz kılıflı iki adet bavul eşlik ederdi. Hemen her zaman,  bana vermek üzere yolda kendine ikram edilmiş uçuk mavi,  üzerinde otobüs şirketinin adı ve amblemi olan iki adet  uzun çiklet olurdu.

İskenderun 1950.
Yarımporsiyon ve ailesi.
İlk evliliğinden çocuklar,
 anneannem, babam, annem
Bir kere de İstanbul’dan Elazığ’a otobüsle gittiğimizi hatırlıyorum. O yılların birbirine rakip iki otobüs markasından “o302”lerin yerine Magirus – Deutz, “havalı apollo”  kullanırdı,  taa Elazığ’a kadar giden Hazar Turizm. Arka kapının üzerinde pleksiglass bir plakette“Havalı Apollo” yazar, ortasına da yağlıboya ile  fiyakalı bir “V8” oturtulmuş olurdu hep.  Sekiz silindirli hava soğutmalı  motorlar üreticinin övünç kaynağıydı.  Süspansiyonları makaslı olmayıp pnömatik körükle destekli  bu otobüslerin esas “havalı” özelliği buradan geliyordu galiba. O körükler sıkça arıza yapar veya patlar, otobüs ön tarafı garip bir şekilde öne doğru kapaklanmış olarak yolda kalırdı.  Ayrıca, kabin içi ısıtma sistemi (kalorifer) için gereken ayrı bir motor işleticiler için ayrı bir masraf kapısıydı ve düzeneğin yeterince ısıtmıyor oluşu da ek bir sevimsizlikti… Yetmişlerin sonlarında, seksenlerin başında artık kullanılmaz oldular. Diğer  marka pazara tümüyle egemen oldu.

Ne türden seyahat olursa olsun; başlangıcı, sonu veya herhangi bir anı albümlerde en çok rastlanılan fotoğraf türü. Maalesef ne annemin annesinin ve de yarımporsiyon’un  bu tür seyahatler sırasında çekilmiş fotoğrafları yok. Ama başkalarının var:


Ankara O. 27 357 



Annem bir O3500H Magirus Deutz  önünde.  Arkasında tarih yok, fakat araç plakası  fotoğrafın 1962 yılında veya önce çekilmiş olması gerektiğini söylüyor. Bu tarz plakalar (il adı ve aracın niteliği; H: hususi, T:Taksi, O:otobüs gibi… ve rakam) o tarihten itibaren yerini il kodu-iki harf-üç rakamdan oluşanlara bıraktı. Fazla bir detay yok. Sağ elindeki güneş gözlüğü, burnu açık ayakkabıları, açık renk  çantası ve kısa kollu giysisi yaz mevsiminde çekilmiş olduğu söylüyor. Sağ bileğinde o hatırladığım, kalın altın kordonlu küçük saati var.

Bütüne bakınca, bu fotoğraf 1962’de, inanılmaz bir hovardalıkla çıktıkları ilk Avrupa gezilerine ait olabilir. Bu ve daha sonraki yıllarda çıkılan ve popüler Avrupa kentlerinden alınmış ucuz anı eşyaları (plastik gondollar, demir perde ülkelerinden alınma, yerel giysileri içinde, acemice üretilmiş bebekler) ile dönülen hem anlamsız  hem ciddi paralara mal olan bu yurtdışı gezileri ileri yıllarda  ağabeyimin ve benim epey sinirimize dokunacak, halen arada yapılan; ana konusu ailemizin yetersiz parasal kaynaklarının nasıl çarçur edildiği ve babamın zamanına göre iyi para kazanmasına rağmen neden servet birikimi yapılamadığı konulu öğle yemeği sohbetlerinin ana konularından olacaktı.

İnternetten Başka Bir 03500H  Hatırası.
Bu da 60'ların  başları olmalı. 

Otobüsün bir Magirus-Deutz O3500H olduğu belli, ama ne yazık ki  fotoğrafın gösterdiği alanda  işletmeci ile ilgili bir bilgi yok. Görünen sadece Bay Conrad Dietrich Magirus’un, Ulm’deki Gotik katedralin ince uzun ve görkemli silüeti ile Magirus’un  “M”sini birleştirerek  tasarladığı amblem.   Bir de onun hemen üzerindeki – büyük ihtimalle – kabin havalandırmasına  ait kapak. 









CIO-337

Hangi Anlamsız Orta Avrupa Kenti?
1969-1970

Yine bir anlamsız Avrupa seyahati. 1969 veya 70 olmalı. Babam, annem ve ben. Fotoğrafın arkasında tarih yok; ancak giysilerden, arkası dönüK adamın trençkotundaki dalgalanmadan, annemin hafifçe dağılmış boya sarısı saçlarından rüzgarlı bir sonbahar günü olduğunu saptamak hiç zor değil. Ne o günden, ne de yolculuktan geriye hiçbir şey kalmamış hatırımda. Esasen  neden  dahil  edilmiş olduğum da benim için halen meçhul. İki renk ayakkaplarım, üzerine gömlek yakaları yatırılmış önü ilikli blazer ceketimle orada ne işim var?
Kimbilir hangi orta Avrupa kentinde harekete hazırlanan otobüslerin önündeyiz. Adet yerini bulsun diye yapılan bir şehir turuna başlanacak belki.  Ya da başka bir sıkıcı kente gitmek için yola çıkmak üzereyiz.  Bunlar şehir içi otobüslerine benzemiyorlar. Önünde durduğumuz otobüsün sağında, camın altındaki  “CIO-357” yazısından başka bir şey görünmüyor. Otobüsün önündeki amblemi bile tahmin edemiyorum.  Sağımızda duran otobüsün bir “Setra”, daha doğrusu bir  “Setra S9” olduğu anlaşılıyor.  

Setra S9, İnternet

BvP 






13 Kasım 2012 Salı

Otobüs Hikayeleri II


Gazanfer Bilge[1]  28.10.1967



Günümüz otobüs yolculuklarını düşününce o zamanlar fönlü, özenle topuz içine yerleştirilmiş, uçları kıvrılmış saçlarla ve şık giysilerle (hele beyefendinin yaka mendili ve iç yeleği dâhil eksiksiz takım elbisesiyle) yolculuk yapıldığını görmek insana tuhaf geliyor. Saçların, başların bu denli yapılı olması yüzünden, kim bilir belki de bu kadro otobüsten indiği gibi doğrudan bir düğüne katılacak diye düşünüyorum (yakada, böğürde, kulakta, parmaklarda fazla takı olmadığından, aslında bu fikrim sallantıda).

Tümüyle babasına çektiği için fiziken hiç benzemediği, ve fakat bir örnek ayakkabılar giydiği annesi ve teyzesi ile birlikte bu geziye katılan genç kız, onların aksine ten rengi, ince çorap değil de, beyaz renkte görece kalın bir külotlu çorabı tercih etmiş. Yeniyetmeliğini göz önüne alırsak annesinin henüz ağdayla almasına izin vermediği ince tüyleri saklıyor olsa gerek. Adama kesin şekilde sırt dönmüş siyah giyimli kadın, baldız olmalı. Beden dilleri, fotoğraf çekilene kadar üç kadının birbirine dönük sohbet ettiğini, adamın ise onlara uzak bir noktada sigarasını içip diğer mola verenlerin soğuk meşrubat satın aldığı kafeyi süzmekle zaman geçirdiğini gösteriyor.

Elmira



Otobüs arkasında çektirilmiş hatıra fotoğrafı, muhtemelen bir mola yeri  [2].  

Arkada  Opel Kapitan modeli bir arabadan çıkan sürücü, orta halli şıklıkta üç bayan ve beyefendi  Gazanfer Bilge otobüsü arkasında fotoğraf çektirmişler. Ekim ayı sonu  olmasına rağmen, hava ılık ve güneşli. Ortadaki iki bayan güneş gözlükleri  takmış, soldaki genç kadın ise güneşten korumak için gözlerini kısıp başını eğiyor. Mola yerinde olduklarından artık iyice eminim. Kadınlar el çantalarını otobüste kalmasın diye almışlar ancak, üstlerinde kalın giysiler; palto, ceket vb  türü ağır giysiler yok.  Otobüsün modelini tefrik edemiyorum. Dik  hatlar,  ince dikdörtgen stop ve  sinyal lambaları  Mercedes O302’yi çağrıştırsa da,  302’lerin  camları tek parça arka camları yerine  bu otobüsteki arka cam iki parçalı. 

BvP




..................
[1] Avrupa şampiyonu ve Türkiye’ye 1948’de ilk olimpiyat altın madalyasını kazandıran serbest güreşçi. 1960’lardan başlayarak seksenlerin ortalarına kadar kendi adını taşıyan otobüs şirketi ile kara yolu yolcu taşımacılığında önemli bir oyuncu oldu.

Bir dönem ünlü güreşçiler nedense hep otobüs işletmeciliği yaparlardı! İzmitli Adil ve İrfan Atan kardeşlerin “Atan Kardeşler”, Samsun Çarşambalı, iki olimpiyat altın madalyası sahibi Mustafa Dağıstanlı'nın “Dağıstanlı”, Ağır Siklet güreşçisi Murat Hersekli’nin “Şampiyon Hersekli”si gibi… 

[2]Gazanfer Bilge ve diğer otobüs şirketleri İstanbul Ankara arasında, Düzce’de yine bir güreşçiye, Hamit Kaplan’a ait “Düzce Olimpiyat Dinlenme Tesisleri”nde mola verirdi. Ama burası Düzce’mi emin değilim. 







Ağustos 1978

o302 Önünde. Ağustos 1978.


Büyük teyzemi ziyaret etmek için bazı seneler 15güntatil dediğimiz Şubat tatilinde çoluk-çocuk demeden yola dökülür, Ankara’ya giderdik. Birbirine çok düşkün üç kız kardeşin nihayet buluşmasının heyecanı ve neşesi, yolculuğun genel havasına da sirayet ederdi. Sonraları sadece otobüsle gidilecek olan bu yolu,  önceden birkaç kez kuşetli vagonda, gece trenleri vesilesiyle de kat etmiştik. Kuytu yerlere sığınmayı, buraları evim gibi benimsemeyi sevdiğimden, kuşetli vagonda annem ve küçük teyzem daldan dala atladıkları sohbetle sabahı ederken, kısık kahkahalarla kesilen bu mırıltıların fonunda,birbirine monte edilmiş ve gıcırdayan demirlerin üstünde titreyen yataklarda uyumaya bayılmıştım. Gerçi sonradan alışkanlık edineceğimiz üzre, otobüsle Bolu Dağı’na çıkıp Varan tesislerinde kar manzarasına buğulu bir camdan bakarak domates çorbası içmek de hoşuma gitmişti.

İlerleyen senelerde büyük kuzenim kendine bir fotoğraf makinası alıp iki kız kardeşin üçüncüye gidişlerindeki neşeli anları, annemin elleriyle yüzünü kapatmış, gözlerini tamamen yummuş, kasılarak kahkaha atışını, sigara ardına sigara yakışlarını, birbirlerinin omuzuna dokunarak bir şeyler anlatışlarını görüntülediği fotoğraflar aklıma geldi şu fotoğrafa bakınca. Kadınların birbirinin yanındaki rahatlığı, aralarındaki bağın gücü, ayıp olur diye çekinmeksizin otobüs önünde çıkartılıp kenara atılmış bir çift ayakkabıdaki o samimiyet, fotoğraf çekilmeden önce konuştukları şeyin tortusu üzerlerinden kalkmamışken, o muzur gülümsemeleri... İnsanın o sohbetin içine kıvrılıp, aynı kuşetli vagondaki küçüklüğüm gibi, sıcak nefesleri kendine yorgan ederek uyuyası geliyor.

Elmira


Yetmişlerin bir başka efsanesi Otomarsan  O302. Fotoğrafın dışına devam eden uzun bir kanopi,  arkadaki paralel sıra ve  yol dokusundaki özen yüzünden gümrük girişi veya çıkışı olduğunu düşündüren –uzunca- bir  bekleyiş sırasında neşeli 4 kadın. Soldakinin elinde deri kabı açık bir fotoğraf makinası görünüyor.  

 Hidrolik olmayan, açması çok zor kapı, çıkması o denli zor arka  basamaklar çıkıldıktan sonra sağda; içine kalıp buz konarak içeceklerin soğutulduğu, üstten sürgü kapalı buzluğu göremiyoruz. Buraya  konan buzlar birkaç saatte erir, ince alüminyum kapaklı su şişelerinin şangırtısı seyahat boyunca yolculara eşlik ederdi.  Muavinden istenen bu şişeler boşaldıktan sonra koridor tarafındaki koltukların dibine koyu renkli don lastiği ile tutturulmuş ahşap dokulu plastik çöp kovalarına konur, toplanana kadar onlar da şangırdardı! 

Klima o zamanlar bilinmez, büyük amerikan arabalarında sonradan taktırılan -ve  çok pahalı- klimalar  doğal olarak bu otobüslerde de olmazdı. Tavanda iki yöne de açılabilen üç adet havalandırma kapağı ve yan pencerelerin üst kısmındaki sürgülü pencerelerden olurdu serinletme/havalandırma işi. Pencerelerin aralarındaki dikmelere tutturulmuş perdeler bu sürgüler azıcık bile açılsa çoğunlukla muazzam bir gürültü ve dalgalanma ile pencere tarafında oturanın yüzüne patlardı! Ama Türk insanının yapısı gereği bu havalandırma sistemi ile işi olmadı pek. Mutlaka birilerinin “beline beline” vuracağı ihtimaline karşı, havasızlıktan boğuluyor olsan bile açamazdın (Ağustos ayında olmamıza rağmen fotoğraftaki teyzenin omuzlarına aldığı siyah cekete, “sol ayak rahat” pozisyonundaki türbanlı hanımefendinin tüniğine, içindeki beyaz dik yakalı uzun kollu bluza dikkat edelim). Çok uzun süre boyunca, bu otobüslerde de  kapı pencere kapalı, en ufak bir havalandırma olmadan rahatça sigara içildiğini de hatırlatayım.

Üç yüz ikiler iyi hoştu, yolculuk günün şartlarına göre fevkalade  konforluydu da,  “teker üstü” diye bir kavramdan haberdar olmak, bileti oradan almamak gerekirdi. Bilet eğer telefonla filan alınacaksa mutlak “teker üstü olmasın” diye tembihte bulunulurdu. Ön ve arkada tekerleklere denk gelen koltukların zemini oldukça büyük bir kavisle bezeli olur,  ayakları bu bölümde tutmak 10-12 saatlik yolculuklarda  iyice işkenceye dönerdi. Lastiklerin yarattığı vibrasyon ve ek gürültü de tuzu biberi olurdu işin.

Güzeldi işte  altmışlarda, yetmişlerde otobüsle yolculuk etmek. 

BvP